Siyaset, halkın iradesini temsil etmek, toplumun refahını sağlamak için var olmalıdır. Ancak bugün bakıyoruz ki, siyaset giderek kişisel çıkarların bir arenasına dönüşüyor. Bu dönüşüm, yalnızca siyasi ahlakın değil, toplumun da çöküşüne yol açıyor. Siyaset, toplumun refahı için bir araç olmayı bırakıp, bireylerin ve grupların zenginleşme ve güç kazanma yoluna dönüştüğünde, adalet ve eşitlik kavramları da buharlaşıyor.
Koltuk sevdası uğruna verilen sözler unutuluyor, halkın çıkarları hiçe sayılıyor. Siyasetçiler, halkın temsilcisi olmak yerine, kendi cebini doldurmanın derdine düşüyor. Halktan kopan siyaset, yozlaşmanın en keskin örneğidir. Çıkar odaklı siyaset, adaletin ve eşitliğin altını oyarken, toplumun güvenini de yerle bir ediyor. Halkın geleceğini inşa etmekle yükümlü olanlar, kendi geleceklerini garanti altına alma peşinde.
Halkın çıkarlarını koruyacağını söyleyerek iktidara gelenler, bir süre sonra bu sözleri unutuyor. Gücün cazibesi, ahlakın önüne geçiyor. Rüşvetler, ihaleler, imtiyazlar; bunlar artık siyasetin doğasıymış gibi kabulleniliyor. Bu yozlaşmanın bedelini ise her gün daha da zorlaşan yaşam koşulları, adaletsiz gelir dağılımı ve derinleşen toplumsal kutuplaşma olarak ödüyoruz.
Gerçek siyaset, bireylerin değil, toplumun kazandığı bir oyun olmalıdır. Ancak günümüzde, siyaset arenası adeta bir güç savaşı sahasına dönmüş durumda. Bu savaşı kazananlar, halkın sırtına basarak yükselirken, kaybedenler ise her zaman halk oluyor. Siyaset, toplumun geleceğini aydınlatması gereken bir meşale iken, çıkar odaklı politikalar bu ışığı karartıyor.
Toplumun güveni, siyasetin dürüstlüğüne ve şeffaflığına dayanır. Ancak çıkar odaklı siyaset, bu güveni zedeleyerek toplumun temellerini sarsıyor. Eğer siyaset, yeniden halkın hizmetinde olmalıysa, önce bu yozlaşmayı kökünden kazımak gerekiyor. Siyasetçiler, halkın hizmetkârı olmalı, halkı değil, kendi çıkarlarını gözeten efendiler olmamalıdır.