Urfa 300-500 bin nüfusa sahipken, Diyarbakır 1 milyonu bulmuş büyük bir şehirdi. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne hastamız giderken veya uçağa binmemiz gerektiğinde zorunlu ziyaret ettiğimiz Diyarbakır’a, en son 1995 yılında gitmem gerekmişti. Ben kozmetik ürünler, arkadaşım ise attariye pazarlıyordu. Benim çantada birkaç şampuan, krem, saç boyası çeşidi, onun bond çantasında ise don lastiğinden çocuk emziğine, tel tokadan çuvaldıza kadar ne ararsanız vardı. Ben 20, yol ve iş arkadaşım İlhan 18 yaşındaydı. Bugün bizim yaşımızda olup, boş boş gezip iş arayan gençleri gördüğümde durmadan çalıştığımız, kazandığımız parayla her işimizi görüp, ailemize destek verdiğimiz o günler aklıma gelir. Çalışırdık, az para kazanırdık ama ailemize yük olmazdık. İhtiyaçlarımızı kendimiz temin eder, kalan paramızla da ailemize destek olurduk. Doğrusunu söylemek gerekirse parayı harcayacak pek bir şey de yoktu. Cep telefonu henüz çok pahalıydı, ilk cep telefonlarımızı ancak 97-98 yıllarında alabildik.
İlhan’ın Diyarbakır’da gitmesi gereken birkaç müşterisi vardı. Çalıştığım işyeri yakın zamana kadar dükkandan toptan satış yaparken, benimle birlikte il merkezi ve ilçelere açılmış, hatırı sayılır bir ciro yapmaya başlamıştı. Ben de çalıştığım yerle konuşup, ilk kez il dışına açılmaya ikna etmiştim. İlhan’la birlikte Diyarbakır’a gidip gelip, orada da birkaç müşteri edinirsem hiç fena olmaz diye düşünmüştüm.
Sabah Abide kavşağından geçen Siverek minibüslerine binip, Siverek’ten Diyarbakır’a yine minibüsle geçecektik. Anlaştığımız üzere buluştuk, Siverek minibüsüne bindik. Minibüstekilerin neredeyse tamamı Kürtçe konuşuyor, arabanın teybinde ise her zaman olduğu gibi Şivan’ın kasetleri çalıyordu. Hilvan’a kadar kısa sürede yetiştik. Hilvan’ı geçerken karşıdan gelen araçlar minibüse doğru farlarını yakıp selektör ederken, şimdiye kadar yanındakiyle derin derin Kürtçe muhabbet eden minibüste bulunan bir vatandaş heyecanla “Aha! Farlarını yakti, arama var, dikkat edin!” diyerek, yüksek sesle konuştu. Onun bu konuşması üzerine müzik kapatıldı. Minibüstekiler toparlanıp, nüfus cüzdanlarını hazırlamaya başladılar. Hilvan çıkışında kurulmuş bir güvenlik noktasında araçlar durdurulup, nüfus cüzdanları toplanıyor, yaklaşık 20 dakika sonra geri getirilip yolcular gönderiliyordu. Şimdiki gibi elektronik sorgulama olmadığından nüfus cüzdanlarını alan Polisler yol üzerindeki merkeze geçip, oradan telefonla sorgulamayı yapıyorlardı. Hilvan’daki ilk arama noktasını bu şekilde geçtik. Kimlik sorgulamasında bizim minibüste sakıncalı kimse yoktu.
O yıllarda terör olayları tüm hızıyla cereyan ettiğinden, böylesi güvenlik tedbirlerinin alınması hoşumuza da gitmişti. En azından güvende olduğumuza inanarak, rahat şekilde yolculuk ediyorduk.
Hilvan’ı çok geçmeden tekrar karşıdan gelen araçlar selektör etmeye başladı, anladık ki ileride de arama var. Siverek’e yetişene kadar en az 3-4 yerde daha böyle aramalara muhatap olduk. İlk aramayı polisler yaparken diğerlerini Jandarma gerçekleştiriyordu. Jandarma kimlikleri toplayıp orada bakarken, rütbelilerinden biri minibüsün içine bakıp, şüpheli gördüğü kişilere sorular soruyordu.
Her arama noktasında daha biraz önce arandığımızı ve sakıncalı bir durum olmadığını söylesek de kimse dinlemedi, her kontrol noktası bu şekilde aramasını yaptı.
Siverek’e yetiştiğimizde öğlen olmuştu bile. Minibüsten iner inmez Diyarbakır-Siverek arası çalışan minibüsleren birine geçtik, 10-15 dakikada bir hareket eden minibüs, yolcu sayısı tamam olunca birkaç dakika da erken hareket etti. Siverek çıkışında da minibüsümüz aynı Hilvan çıkışındaki gibi bir arama noktasında durduruldu. Sivil giyimli polisler önce nüfus cüzdanlarını toplayıp sorguya götürdü, nüfus cüzdanları sorgudayken yine sivil giyimli olan polisler minibüsün içindeki, yaşları tahminen 30-35’in altındaki herkesi indirdi. Ben ve İlhan da bu yaş grubunda olduğumuz için biz de indirildik. Biraz sonra nüfus cüzdanları getirildi, minibüsten indirilmiş olanların isimlerini okuyup, nüfus cüzdanlarını elindeki desteden ayıran polis, kalan nüfus cüzdanlarını minibüstekilere dağıtıp, şoföre “Devam et!” derken, biz de şoföre “Bari paramızı geri ver, bizi bırakınca başka minibüse binelim” desek de şoför, “Behen ne baba, ben mi sizi indirdim, gelin binin” diyerek paramızı vermeyerek arama noktasından ayrıldı.
İlhan’la ben birbirimize bakıp gülüştük, “Adam haklı” dedik biz bize.
Bizim olduğumuz minibüsten yaklaşık 10 kişi indirilmişti. Bizden önce de aynı yerde tahminen 30 kişi kadar vardı. Ardından gelen minibüslerden de bu şekilde genç yolcular indirilip aynı yerde bekletiliyordu. Aradan geçen yaklaşık iki saat içinde alanda tahminen 100’e yakın insan birikmişti. O sırada sivil bir araçla arama noktasına gelen biri, polislere kızmaya başladı. “Ne diye bekletiyorsunuz milleti! Şimdi bir gören olsa ne diyeceğiz! Gönderin gitsinler” diye bağırdı. Herhalde İlçe Emniyet Müdürü’ydü. Bu emir üzerine polisler ilk gelen minibüsü durdurarak yolda beklettikleri kişileri minibüslere bindirmeye başladılar. Üç-beş minibüs sonra biz de bir Diyarbakır minibüsüne bindik. Tabi yol parasını da defaten ödemek zorunda kaldık.
Bindiğimiz bu minibüsle Diyarbakır’a doğru giderken yine defalarca kontrol noktasına takıldık. Her kontrol noktasında Jandarma ve Korucular görev yapıyordu.
Durdurdukları minibüslerde bulunan kişileri sohbet şeklinde sorguya çekiyorlardı. Bize de Diyarbakır’da ne işiniz var? Niye gidiyorsunuz diye sorular sordular. Biz de pazarlamacı olduğumuzu söyledikten sonra başka bir şey sormadılar.
Kontrol noktalarından birine vardığımızda yine aynı sorgu yöntemlerine muhatap olduk. Jandarma bir köylüyü sorguya aldı. Adın ne, hangi köydensin, Siverek’te ne işin vardı gibi sorulara Türkçe bilmediği için ancak arkasında oturan kişinin tercümesiyle cevap veren vatandaş, “Korucu başınızın adı nedir?” sorusunu anlamayınca Jandarma hiddetlenerek tekrar sordu. Arkada oturan kişi de öndekinin kulağına eğilerek “Nawe koricibaşi çiye lav?” (Korucu başının adı ne?) diye sordu. Sorgudaki köylü Jandarma’nın hiddetle bağırmasından ürkmüş, sesini kısıp, boynunu bükmüştü. Bu kez Jandarma’ya değil, arkadan kendisine tercümanlık yapan kişiye dönerek kısık bir sesle “Zeki” deyince, arkada oturan tercüman Jandarmaya bakıp “Zeki diyor komutanım” dedi.
Gelen cevap üzerine Jandarma araca yol verdi. Birkaç noktada daha benzer kontrollere takıldıktan sonra Diyarbakır’a yakın bir noktada Polis kontrolü gerçekleştirildi. Hızlıca gerçekleşen GBT sorgulamasının ardından Diyarbakır’a ayak bastığımızda ikindi ezanı okunuyordu.
İlhan’la minibüsten indikten sonra yakamızı silkerken ben çoktan tövbe etmiştim bile. “Kardeş ben bir daha Diyarbakır’a filan gelmem” deyip, pazarlama yapmaktan vazgeçtiğimi söyledim. Ama İlhan, her zaman böyle olmadığını, bugün olağanüstü bir durum olduğunu söyledi. Neyse deyip Balıkçılarbaşı’nda bir lokantada lahmacun yedikten sonra çarşı içine doğru ilerledik. İlhan, birkaç noktası olduğunu ancak hepsine uğramayacağını, vaktin çok geç olduğunu söyledi. Ben de ilk kez geldiğim Diyarbakır’da nerelere uğrayabileceğimi sordum, tarif ettiği birkaç cadde üzerindeki işyerlerine uğramak üzere İlhan’la ayrıldık. Akşamüstü belirlediğimiz bir saatte bir köşebaşında buluşup, geldiğimiz gibi geri gitmek için sözleştik.
Sözleştiğimiz saatte köşebaşına geldiğimde bir Polis panzeri vardı. Etrafa bakındım ama yol arkadaşımı göremedim. Epey bekledikten sonra ümidimi kesip, Urfa’ya dönmeye karar verdim ama akşam karanlığı çökmüş, minibüs kalmamıştı. Otogarı sorup, kalkan ilk otobüsle Urfa’ya geldim. Meğer İlhan’la sözleştiğimiz yer, akşamları Polis panzerinin beklediği önemli bir kavşakmış. İlhan’ı tutup, sorguya almışlar. O da başıma bir iş gelmeden buradan kurtulayım diyerek, beni beklemeden Diyarbakır’dan kaçmış.
O gidiş, Diyarbakır’a ilk ve son gidişim olmuştu.
Bir daha Diyarbakır’a gitmek mi, tövbe etmiştim.
Sabah 7-8’de Urfa’dan çıkıp, ikindi vakti Diyarbakır’a varılacak ve bu kadar aksiyon yaşanacaksa gerek yok demiştim.
Aradan 24 yıl geçti.
İçişleri Bakanlığı İç Güvenlik Stratejileri Daire Başkanlığı’nın düzenlediği Yerel Medya Temsilcileri ve Güvenlik Bürokrasisi Çalıştayı’na katılmak için 25-26 Temmuz 2019 tarihlerinde Diyarbakır’da olmamız istendi.
Böylece, 20 yaşında gördüğüm Diyarbakır’ı bir de şimdi görme fırsatım oldu.
Valilik minibüsü ile yaptığımız yolculukta, 24 yıl önce başımdan geçen bu anıyı arkadaşlara anlatırken, heyecanım Diyarbakır’a yaklaştıkça artıyordu.
Ama bu kez yolculuk 24 yıl önceki gibi değildi. Aracımız klimalı, yollar duble ve sadece bir yerde kontrol noktası vardı ve o da şüpheli araçları durdurup sorguluyordu.
Diyarbakır, 24 yıl önce gördüğüm şehre hiç benzemiyordu. Urfa yönünden Diyarbakır’a girişte adeta yeni bir şehir inşa edilmişti. Büyük siteler, ana bulvara açılan büyük caddeler, altlı-üstlü yollar karşılıyordu şehre girenleri. Şehir girişinde hemen sol taraftaki bir otelde konaklayacak, iki gün sürecek çalıştayın akşamlarında Diyarbakır’ı gezip görme imkanımız olacaktı. Aramızda, Harran Üniversitesi Basın Yayın Biriminden değerli ağabeyimiz Mehmet Akif Ersoy’un olması da büyük bir şanstı. İlk günümüzün akşamı, erkenden Akif ağabeye haydi dedik.
Beyefendiliği, tatlı dili, hoş sohbetiyle Akif Ağabeyi aracın ön koltuğuna oturtup, bizler arka koltuklara dizildik. Urfakapı’dan şehre girerken şehrin dört ana cadde üzerine kurulduğunu, birinin Urfakapı ile başlayan Urfa yolu, diğerinin Mardinkapı ile Mardin yolunu, diğer iki caddeden birinin Elazığ, diğerinin ise Silvan-Batman istikametine giden yol olduğunu anlattı. Bizim gezeceğimiz yer, Çin Seddi’nden sonra dünyanın en büyük surları olan Diyarbakır Surları içinde kalan kısımdı.
Kısa süre içerisinde tarihi yerleri hızlıca ziyaret ettikten sonra, eski Mardin yolundan Dicle nehri üzerine kurulu On Gözlü Köprü’ye geldik. Nehrin iki yakasına kurulmuş çay bahçeleri, restoranlar hafta içi olmasına rağmen tıklım tıklımdı. Yaya olarak gezilebilen nehir kenarındaki bu kısmı, köprüden karşıya geçtikten sonra hemen sağdaki çay bahçesinde verdiğimiz mola ile uzattık. Nehir kenarına yapılmış sedirler, kurulmuş tahtlar, çimlerin üzerine kurulmuş yüksek döşekler ziyaretçilere Dicle’nin serinliğini doyasıya yaşatmak içindi. Altı kişilik demlik çayı siparişimizi verip, yer minderlerine oturup, Dicle’yi seyretmeye başladık. Sohbet, muhabbet derken gece saat 12’yi bulmasına rağmen kimsenin kalkıp gitmeye niyeti yoktu. Ama biz yarınki programımıza devam edebilmek için kalkmaya karar verdik, hem dönüşte de belki bir yerlere uğrarız diye düşündük.
Dönüş yolunda da Akif ağabeyimizin rehberliğinde şehri tanımaya devam ettik.
Dikkatimizi çeken en önemli husus, gece saat 1’e varırken bile Diyarbakır’ın her tarafında insanların rahat şekilde dolaşıyor olduğuydu. Dicle kıyısı gibi Saraykapı da tıklım tıklımdı.
Otelimize döndüğümüzde içeri gidip uyumak istemedik. Otelin önünde oturup arkadaşlarla biraz muhabbet ettik. Diyarbakır’ın uzun yıllar terörle anılmasının, bu güzelim şehre ve insanlarına verdiği zararı konuştuk. Şehrin o güzel havasını gece yarısı ciğerlerimize doldurdukça uykumuz geldi.
Odalarımıza geçerken, bölgede barışın hakim olması için hayatını demokrasi, insan hakları ve hakikat yoluna adamış bir isim olan Cemil Aydoğan ile yapacağım röportajı da yarına ertelemek zorunda kaldım.