Hele bir sanayiye işiniz düşsün. Hele bir marangozla, hele bir yapı ustasıyla, hele bir tesisatçıyla karşı karşıya gelin de yaptıracağınız işe nasıl bin pişman olduğunuzu görün. Hele bir tornacımıza gidip bir parçayı örnek gösterip şundan bir tane bana yapar mısın deyiverin. Görün bakın nasıl kırk dereden su getirir. Hele aracınızı bir yere çarpın da kaportacının, boyacının ne bahaneler ürettiğine bakın.
İnsanımız iş yapmak ister ama işe zekasını katamaz, pratiği yoktur. Eli çalışır ama ortaya çıkan işten memnun kalmazsınız. Bunun sebebi işe yüreğini katmamasıdır. İşe yüreğini katmak, o işle sarmaş dolaş olmak sanattır. Bunu ancak sanatkarlar başarabilir.
Urfa gibi medeniyet çatışmalarının olduğu yerlerde en büyük sorun sanayici yetişmemesidir. Bunun başlıca sebebi ise burada yaşayan insanların ekserisinin şehir medeniyetine sonradan dahil olmasıdır.
Konuyu ünlü düşünür İbn-i Haldun Mukaaddime adlı eserinde çok güzel izah ediyor:
“Şehirler yıkılmaya yüz tutarsa o şehirlerde hüner ve sanatların azalacağına dair: Bunun sebebi şudur; Hüner ve sanatlar ancak ihtiyaç ve talibinin çokluğu nispetinde güzelleşir. Bayındırlığın azalmasının bir sonucu olarak bir şehrin hal ve durumu zayıflayarak ihtiyarlamağa başlar ve nüfusu azalırsa, o şehirlerde bolluk ve refah da o nispette azalır, ahalinin ekonomik durumu darlaştığı için zaruri olan nesnelerle kanaatlenirler. Bol ve geniş yaşayış itiyatlarının bir tatmin vasıtası olan hüner ve sanayi azalır, çünkü bu maddeleri yapan usta hüneriyle geçinemediği için bu sanatı bırakarak başka bir işle meşgul olur veyahut o usta ölür ve onun yerini tutacak kimse bulunmaz. Bunun sonucu olarak, bütün hüner ve sanatlardan eser kalmaz. Nakkaşlar, kuyumcular, yazıcılar, kitap istinsah edenler ve başka bolluk hayatın ihtiyaçlarından olan hüner ve mesleklerle geçinenler bu meslekleri bırakırlar. Bu suretle şehrin medeni seviyesi alçaldıkça hüner ve sanayi geriler, şehir yıkılıncaya kadar bu hal devam eder.”
Bu sözlerden sonra Urfa’ya baktığımızda Urfa’da sanatın yüz yıla yakın zamandır artacağı yerde sürekli olarak azaldığını, sanatkarların sayısındaki azalmanın o sanata gösterilen ilgi ile paralel olduğunu görüyoruz. Bugün Urfa’da yaşayan insanlar aslında hiçbir zaman tam anlamıyla sanatkar olamadılar. Sanatkar olamamalarının en büyük sebebi ise kanaatkâr olmalarıdır. İbn-i Haldun’un tespitinde de belirttiği gibi “ahalinin ekonomik durumu dar olduğu için zaruri olan nesnelerle kanaatlenirler”. Urfa esnafının, sanatkarının yüz yılı aşkın süredir katık ettiği kanaat, bugün sanatı bitirmiş ve bir zamanlar o sanatları icra eden ustalar göçüp gitmişler ve yerlerini kimse doldurmamıştır.
Sıcak demiri döven ustalar sanayiye geçememiş, çelik ile karşılaşmamışlar. Nacar Pazarı esnafımız kavak ağacını yontmaktan öteye gidememiş, kasap pazarı esnafı entegre et tesisi kuramamış, kuyumcularımız küçük atölyeden öteye çıkamamış, culhacılık, kalaycılık, çulculuk adım atamadığı için yok olmuş. Halıcılık hiçbir zaman olmamış ve tüm çabalara rağmen sanayileşmediği için gelişememiş. Kentin yazar çizeri, kitap erbabı, gazetecisi bu işten geçimini sağlayamadığı için başka mesleklerle, memuriyetle meşgul olmaya başlamış.
Böyle bir şehirde istediğiniz kadar sanayi ürünü beton binalar dikin, istediğiniz kadar makine ve techizat alın, yapabildiğiniz kadar yol, köprü gibi imaretler yapın ama şehrin bitmesinin önüne geçemeyeceksinizdir.
Bugün Urfa Organize Sanayilerinde bulunan ve çoğu teşvik desteklerinden faydalanabilme adına gelerek yatırım yapan firmalar, bu şehre ve toprağa bağlı değildir. Askeriyelerin alarm anında iki saat içinde boşalttıkları askeri üs bölgeleri gibi faaliyet gösterirler. Yarın hesaplarına gelmeyen bir durum olduğunda iki saat içersinde her şeyini toplayıp bu şehri terk edecek pozisyondadırlar. Oysa bu şehrin insanının yapacağı yatırımlar, bu şehirde kalıcı olandır. Ama o da ne yazık ki gerçekleşmemektedir.
Geçen günler yine Antep’te biraz gezip tozma fırsatım oldu. Halıcılık yapan tanıdıklar, gıda işiyle uğraşanlar, sanayide kafa yoranlarla az süre hemhal olduk.
Antepli dostumuzun biri şekerleme imal ediyor. Dedesinden devraldığı işi babasıyla yürütmüş, babası rahmetlik olunca tüm iş kendisine kalmış. Babasının dönemine kadar şehir içinde ve komşu şehirlerde ürün pazarlayan bu adam, bugün Türkiye’de bir marka haline gelmiş hatta hatırı sayılır miktarda ihracat yapar konuma gelmiş. Lokum denince, jöle denince onun markası konuşuluyor.
İşini geliştirmek adına savaştan önce bir süre Suriye’ye gidip oradaki ustalardan öğrenebildiğini alıp Antep’e getirmiş. Buradan bildiklerini de oraya aktarma fırsatı bulmuş.
Bir diğeri halıcılık yapıyor. Dedesi, yıllar önce Antep’te halı dokuyan tezgahlara jüt ipi temin edermiş. Bir süre sonra çırçır ve makaralama sistemleri kurarak jütleri kendileri imal etmeye başlamışlar. Ardından Antep jütü tüm Türkiye’ye pazarlanır hale gelmiş. Bir ortaklık kurarak halı işine de girmişler. Bugün Türkiye’nin en büyük markalarını üretip hem yurtiçine hem yurtdışına pazarlayabilecek pozisyona gelmişler.
Urfa-Antep kıyaslamasından insanımızın bir kısmı rahatsız oluyor. Niye her işte bizi Antep’le kıyaslıyorsunuz diyorlar. Aslında bu haklı bir tavır değil. Başarısızlığın, keyfe düşkünlüğün içgüdüsel kendi savunması.
Acı da olsa itiraf etmek gerekir ki, Urfa her bakımdan tükenme noktasına doğru hızla ilerlemektedir. Sanayisi, tarımı, hayvancılığı, edebiyatı, sanatı gelişmemekte, sermayesi hareket sağlayan üretim yerine, durgunluğun sebebi olan gayrimenkule yatırılmaya devam etmektedir.
Yeniden İbn-i Haldun’un tespitlerine bakarsak Urfa’nın durumunu daha iyi analiz etme şansına sahip olacağız. Ünlü düşünür yaptığı gözlem ve tespitler ışığında kaleme aldığı eserinde diyor ki; “Arap kavminin hüner ve sanatlardan en uzak bir kavim olduğuna dair: Bunun sebebi şudur; Arap kavmi göçebelik hayatının içine dalmış olup yerleşik şehir hayatından, bayındırlıktan ve medeni hayatla ilgili olan sanayiden en uzak bulunan bir kavimdir. Arap kavminden olmayan doğu ahalisi ile Akdeniz’in öbür tarafındaki (Türkiye’nin Akdeniz bölgesi) Hristiyan dininde olan kavimlere gelince, bunlar hüner ve sanatlarda en usta kişilerdir. Çünkü bu kavimler yerleşik hayatın bayındırlığı ve medeniyet içine dalmışlardır. Göçebelikten ve onun kültüründen çok uzaklaşmışlardır. Arab’ın çöl ev esahralarda vahşi bir hayat geçirmesine yardım eden devesi onların yurdunda bulunmaz. Devenin barınması için gerekli olan otlaklar ve üremesini kolaylaştıran kumluklar onların yurtlarında yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak, Arapların anayurtlarında ve İslamiyet çağında fethettikleri ülkelerin hepsinde hüner ve sanat azdır ve gereken maddeler diğer ülkelerden nakledilmektedir. Arap olmayan kavimlerin yaşadığı Çin, Hint, Türk yurtları ve Hristiyan dininde olan kaimlerin ülkeleri gözden geçirilirse, o ülkelerde hüner ve sanayinin inkişaf etmiş olduğu görülür. Diğer kavimler, gereken nesne ve maddeleri onların yurdundan celbederler…”
Üstadın 600 küsür yıl önce yaptığı tespitler öyle çarpıcı ve gerçekçi ki, ünlü Osmanlı tarihçileri bile çoğu zaman onun teorileriyle Osmanlı Devletinin kuruluşunu, yükselişini ve çöküşünü analiz ederek ne kadar doğru tespitler yaptığını ortaya koymuşlar.
Bugün biz Urfa’yı İbn-i Haldun’un tespitleriyle ele aldığımızda da müthiş bir gerçekliğin öne çıktığını görüyor, tarih ve iktisat felsefesinin atalarından olan İbn-i Haldun’u rahmetle anıyoruz.
Peki Urfa Arap kavminin göçebe medeniyetinden ne kadar etkilenmiştir?
Urfa’nın hüner ve sanatlardan uzak olmasındaki etken İbn-i Haldun’un teorisindeki gibi Arap medeniyetinin etkisinde olmasından mı kaynaklanmaktadır.
Urfa’nın sosyolojik yapısına baktığımızda önemli oranda evet demek durumundayız.
Urfa, İslami fetihler ve Türkleştirme çabaları sonucu şehir medeniyetinin üzerine yüzyıllarca darbe yemiş, şehri yıkılmış, yakılmış, insanları öldürülüp, kovulmuş bir medeniyetin merkezidir.
Nuh tufanından sonra kurulmuş ilk şehirlerden olan Urfa, yerleşik şehir hayatın ilklerinden olmasına rağmen kavimlerin yükselen bir medeniyet kurmasına müsaade edecek sürede refah görmemiştir.
Urfa’da en baskın olan medeniyet ise Arap medeniyetidir ki, sanattan uzaklığı, el hünerinin olmayışı, keyfe ve istirahate düşkünlük bu medeniyetin ve iklimin etkisinden gelmektedir.
Urfa, İbn-i Haldun’un Arap kavminin hususiyetlerini tasvir ettiği şekilde ihtiyaçlarını başka yerlerden celbetmeye devam etmektedir. Yine ne acıdır ki, bugün Arap kavminin elinde bulunan uçsuz bucaksız ovalara ve sulama suyuna sahip olmasına rağmen, bu topraklara ne ekilirse yetişmesine rağmen insanlar türlü sebzesini, meyvesini, hububat ve bakliyatını başka şehirlerden getirtmek zorundadır. Bu zorunluluk, üretim veya coğrafi şarttan değil, insanın hususiyetinden kaynaklanmaktadır. Günlük para getiren sebzecilik bol bol emek ve bilgi gerektirmektedir. Meyvecilik sabır ve merak işidir. Ama bu topraklarla uğraşanlarda bunlar yoktur. Yapılabilecek en kolay iş, en bol para kazandıranı olmalıdır ki bunun için tarlayı sürüp, pamuğu ekip hasat edip satmaktan ödeye gitmeyen ve bolca kazanç bırakanı tercih edilmektedir.
Urfa’nın bugünkü sanayileşmemesinin ve sanat bakımından geride kalmasının son darbeleri ise bundan yaklaşık yüz yıl önce İbn-i Haldun’un yine bahsettiği Hristiyan halkların buralardan uzaklaşmasıyla olmuştur. Yüz yıl öncesinin bölgedeki sanatkarları olan gayrimüslimlerin İslamlaştırma ve Türkleştirme hareketleriyle bölgeden uzaklaşması, o meslekleri yapan belki de hiç kimsenin kalmamasına neden olmuştur. İslamlaştırma ile Arap medeniyetinin etkisine giren Urfa, Türkleştirme çabalarıyla da sanat ve el becerisi anlamında Araplardan pek farkı olmayan göçebe Türklerin, muhacirlerin mekanı haline gelmiştir.
Günümüzde Türkiye’nin batısında, hemen Urfa’nın yanı başındaki Antep’te bile gelişen bir sanayiye baktığımızda işin temelinde bir gayrimüslimi görmek pek de zor değil. Bunun nedeni ise o insanların Urfa dışında barınacak yer imkanlarının sağlanmış olmasına bağlamak mümkündür.
Urfa’da el sanatlarına bir baktığımızda da gayrimüslimlerin etkisini görebiliriz. Urfa’nın meşhur taş işçilikli evleri, kuyuları, günümüzde kalmış az sayıda el sanatı uğraşısı Urfa’yı terk eden gayrimüslimlerin bakiyesinden başkası değildir.
Son yıllarda Suriye’de yaşanan içsavaşın etkisiyle Urfa’ya gelen taş ustalarının ortaya koyduğu eserler, Suriye’de yaşam imkanı bulmuş Ermeni taş ustalarının sanatlarını yaşatmasından da başka bir şey değil. Yüz yıl öncesiyle kıyaslandığında taş işçiliği Suriye’de adeta dantele dönüşmüş. El maharetinin yanına makine gücü ve bilgisayar teknolojisi bile katılmış. Ama Urfa’da bırakılıp gidilen taş işçiliği, taş ocağından kaba taş kesip Urfa Sanat Okulu’nun inşasında olduğu gibi üst üste koymaktan öteye gidememiş.
Mesele insanın dini, dili, rengi, ırkı değildir. El becerisi, sanatı, mesleğidir. O meslek ve sanat aşkının yaşatılması, geliştirilmesi, ihtiyaçlara cevap verebilmesidir.
Urfa’da içinde olduğum gazetecilik mesleği bile artık kalaycılık gibi kaybolmaya yüz tutmuş bir meslek haline gelmişse, bu şehirde yaşayan herkesin kafasını ellerinin arasına alıp uzun uzun düşünmesi ve harekete geçmesi gerekir. Öyle ki, gazeteci dediğin; kitapla, kağıtla, yazıyla hayatını geçiren kişi iken gazetecilik yapıyorum diye geçimini sağlamaya çalışanların çoğu kitap okumaktan uzak, hatta eğitimden bile uzaktır. Eğitim almışları bile kitaptan uzak olan gazetecilik mesleğini icra edenler, bu işle geçimlerini sağlayamadıkları için başka sektörlere, memuriyetlere, işçiliklere geçiş yapmaya devam etmekte, gazeteler günlük makale yazacak, röportaj yapacak, konuları irdeleyecek insan bulmakta sıkıntı yaşamaktadır. Çünkü gazetecilik de kalaycılık gibi para etmez hale gelmiştir. İnsanlar nasıl ki alüminyum ve çelik kullanmaya başladıktan sonra bakırı kalaylamaya ihtiyaç duymaz hale gelmiş ise, teknoloji karşısında insanlar artık gazete kağıdına ilgi göstermez olmuştur. Haber alma ihtiyacı ise yerel kaynaklardan çok, ulusal hatta uluslar arası çalışan profesyonellerin eliyle sağlanmaktadır.
Kısaca ve keskin bir dille belirtmek gerekirse, Urfa bitmiştir!