İnsanoğlunun konuşmaktan sonraki en üstün becerisi yazmak olsa gerek. Doğumdan kısa süre sonra, 6-7 aylıkken ilk kelimeleri söylemeye başlayan insanoğlu, yazma yeteneğine ise çok sonraları ve zor bir süreç sonunda ulaşabiliyor. İlk önce, tıpkı konuşmada öğrendiği gibi sadece söylenenleri yazıya aktarabilen insanın, duygu ve düşüncelerini yazıya aktarması ise daha zor bir yetenek.
Alfabe denen işaretlerle duygularını, düşüncelerini, fikirlerini yazabilmek apayrı bir yetenek, bilgi, deneyim ve tecrübe gerektiriyor. Bu yeteneğe ulaşabilmek için ise kısacık ömrün şüphesiz büyük bir kısmı tükenip gidiyor. Nice doksanlık yaşlılar gördüm ki, yazması gereken çok şeyin olduğunu söylediği halde artık kalem tutacak takati kalmamıştı. Yine nice okumuşlar gördüm ki, duygu düşüncelerini yazıya aktarabilecek yeteneği edinememişti. Yazmak başka bir yetenek. Öyle ki, üniversitede Profesör olduğu halde duygularını yazıya aktaramayan insanların olduğu aşikardır. Bu, kınanacak bir durum değildir. Yüzme bilmeyen bir insanı kınamaya, ayıplamaya kimsenin hakkı olmadığı gibi, eğitim bakımından çok üst seviyelere çıkmış birinin yazı yazma yeteneğini elde edememiş olması da kınanamaz, ayıplanamaz. Düşüncelerini yazıya aktarmada zorluk yaşayan bu insanlar, oysa büyük bir bilgi ve deneyim sahibiler. Uzmanlık alanlarında onlara danışanlar, bilgisinin derinliğinde boğulabiliyorlar. Böylesi yeteneklerden de konuşturarak faydalanmalı, konuştuklarını başkalarının yazıya aktarması gerekiyor galiba.
Yazmak öyle esrarlı bir yetenek ki, yazı sizi kahkahalarla güldürebiliyor, hüngür hüngür ağlatabiliyor, aklınızı olduğu yerden alıp şimdiye kadar hiç düşünmediğiniz şeyleri düşünmeye sevkedebiliyor.
Yazmak yetenek işi dedik. Genç yaşta yazabilen, duygu düşüncelerini aktarmayı becerebilenler şüphesiz bu yönden üstün yetenek sahibidir. Ancak bu yeteneğe sahip olmaları, onları başka alanlarda başarılı kılmaya yetmiyor. Nice şair, yazar, edebiyatçı, gazeteci çok iyi yazdığı, duygu düşüncelerini mükemmel şekilde kağıda döktüğü halde beş parasızdır. Okumanın yazmanın devlet memuru olmaktan öte işe yaramadığı bir çağda, bu insanların inadına yazmaya devam etmesi de dolaysıyla para etmemekte. Kimse yazıya para vermek istememektedir. Hayatını yazıya adayan bir çok ünlü isim bile yokluğun acı veren pençesinden kurtulamamış, yokluk içinde dünyaya veda etmiştir. İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif İnan bile devlet memurluğu yaptığı halde yokluk içindedir ve oğullarından biri İstanbul’da bir çöplük içinde ölü bulunur.
İşin özünde yazmak parasızların işi olarak kalır. Mükemmel eserler kaleme alanların çoğunun, bu eserlerini bastıracak parası yoktur. Eseri bastırabilecek olan kişiler ise sadece “Yayınevi” adıyla anılan tüccarlar olur. Tüccar ise kâr etmeyeceği bir işe zaten girişmez.
Urfa’da hayatını yazmaya adamış, yazdıklarını bazen kendisinden başkası okumayan muhteşem bir yazarımız olan İbrahim Aygırcı’nın şu ifadelerine bakar mısınız:  
Ne kadar da doğru ama. Şöyle Urfa sokaklarına, caddelerine, çarşılarına çıkıp insanların yüzüne bir bakın. Alışveriş yaptığınız esnafın suratına bakın, fırıncının, bakkalın, fırıncının, kasiyerin, doktorun yüzüne iyice bakın. Eve girin eşinizin, kardeşlerinizin, varsa anne babanızın yüzüne bakın. Küçük çocuklardan başka yüzünüze gülen var mı? Apartmanın merdivenlerinde, mahallenin sokaklarında karşılaştığınız komşularınızla şöyle içten, samimi bir selamlaşmanız muhabbetiniz var mı?
İşte İbrahim Aygırcı’nın yukarıdaki parağrafta bahsettiği insanların yaşadığı yer. İşte durumumuz, işte biz. Ayna isterseniz yazılanlara bakmanız yeterli.
Yazının işe yaramadığı, yazanın açlıktan öldüğü bir dünyada yazmaktan maksat ne?
Yazarak para kazananlar yok mu?
Elbette var.
Yazı nasıl paraya çevrilir, yazı yazarak nasıl para kazanılır? Bu konuyu bir dahaki yazımızda birkaç ayrıntı ile yazma niyetiyle..
Okuyan olursa!