Yusuf’unki kadar olmasa da rüyalarım kendi çapında meşhurdur.

Ta ki evlenip, çoluk çocuğa karışana kadar oldukça çarpıcı rüyalarla uyanırdım.

Damlardan damlara atlamalar, uçmalar, konuşmalar.

Bazen siyah beyaz, bazen renkli rüyalar.

Bazen alt yazılı, bazen sessiz sinema gibi rüyalar.

Gerçekleşmeyen rüya görmezdim o zamanlar.

Kâh ağzımdaki tüm dişler avucuma dökülür, kâh saçlarım bembeyaz olur.

Saçımı kazıdığım zaman rüyamda saçlarımın uzadığını görür, gençlik aşklarımla önce rüyada tanışırdım.

Rüyalarım çok heyecanlıydı.

Sonra yazmaya karar verdim tüm gördüklerimi.

Uykuya dalmam epey zor olduğu gibi, uyanmam da o kadar kolaydı.

Rüya defterim kalınca bir kareli defterdi. Kalın bir kapağı, kırmızı kareli cilt bezi kaplıydı.

Kalemle birlikte yanı başımda durur, rüyadan uyanır uyanmaz gördüklerimi yazardım.

Birkaç yıl yazdım, defter epey doldu.

Rüya defterim yanımda olmadığı zaman başka kağıtlara yazıp, sonra defterime aktardım.

Sonra olan oldu.

Bir şairin şiir defterini kaybetmesi gibi, rüya defterim bir gün kayboldu.

Ne evde, ne işte, ne başka bir yerde bulamadım gitti.

Defter kaybolup gitti, gördüğüm tüm rüyaları da öylece alıp götürdü.

Bir dostuma sordum defterimi gördün mü diye, birkaç sayfa bende var dedi.

Göndermesini istediğimde, defterin içine koyduğum diğer kağıtlara yazılmış bir rüyamı gönderdi.

Ama defter de sırra kadem bastı.

Oysa o defter çok şey saklıyordu.

Aradan yıllar geçtikçe açıp eski rüyaları okuyup, sonrasına bakma fırsatım vardı.

Aslında kaybolması fena da olmadı.

Gördüğünüz rüyanın bir gün gerçekleştiğini görmek pek de zevkli bir şey değil.

Bazen insanı dünyadan bile koparabiliyor.

İşte o deftere girmesi gereken rüyalardan biri. Önceki gece gördüğüm ve uyanınca karşımda bilgisayarı görünce hemen tuşladığım bir rüya.

Biliyor musunuz? Görülen rüya birine anlatılmadığı takdirde bir kuşun ayağında asılı kalırmış.

Bugün bir rüyama ortak olmaya ne dersiniz?

***

Halilürrahman gölü gibi bir sulak yerdi.

Aşağıda su var, güneye doğru yükselen merdivenlerle çıkılan basamaklar.

Ama her taraf yemyeşil.

Merdivenler taştan ve tertemizler.

Merdivenleri çıktıkça, suyun epey yükseldiğini görüyorsunuz.

Merdivenler, merdivenler, merdivenler…

Çık çık bitmeyen merdivenler.

Her basamağa adımınızı attıkça, aşağıdaki suyun basamaklara kadar çıkmış olduğunu gördükçe hayretler içinde kalıyorsunuz.

Merdivenlerin sonunda çevresi taş kemerler ve sütunlarla bezenmiş büyükçe bir avluya ulaşıyorsunuz. Ama oraya çıkmak da biraz zor. Çünkü avluya yakın yerdeki basamaklar oldukça dik ve dar. Son basamağa gelip avlunun duvarına tutunduğunuzda arkanızı dönüp aşağıdaki suya bakıyorsunuz. Su öylesine berrak, öylesine temiz ve huzur veriyor ki. Suyun güzelliği karşısında gözleriniz kamaşıyor. Suyun tam üzerinde, son basamakta durup aşağıya baktığınızda yüzlerce metre aşağıyı görüyorsunuz. Suyun içindeki taşlar inciler gibi parlıyor, su içinde çıkmış ağaçların yeşili tüm tonlarıyla görünüyor.

Son basamakta durduğunuzda su boğazınıza kadar gelmesine rağmen ıslandığınızı da hissetmiyorsunuz.  Ne ıslanıyor, ne üşüyor, ne yanıyorsunuz. Sudaki balık gibi rahatsınız. Şöyle kendimi bırakayım demeye de korkacağınız kadar büyük ve derin.

Eski sular gibi değil bu sular.

Eski su, parmak kadar derin, okyanus kadar genişken bu su dünyalar kadar derin ve göl kadar küçük.