Göç; Her ne kadar “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret” olarak tanımlansa da ülkelerin ve milletlerin sınırlarını belirlemesiyle bu tanımın da değişmesi gereklidir.
Çünkü göçmenler, gittikleri yerleşim yerlerine serbestçe dolaşma hakkına sahiptirler. Ülke sınırlarının olmadığı ya da aynı ülke sınırları içerisinde gerçekleşen nüfus hareketlerine göç denir. Göçmen hayvanlar olan kuşlar, balıklar ve böcekler için, insanların koyduğu sınırlar kabul edilmediğinden ve hayvanlar gidebildikleri her yerde serbestçe dolaşım ve yaşama hakkına sahip olduklarından hayvanların bu nüfus hareketine de göç denir.
İnsan nüfusunun yerini değiştirdiği göç ile gidilen yerin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel değerlerinde değişimler gerçekleşir. Bu değişimler karşısında toplumsal çatışmalar, etkileşimler oluşur. Buna “göçmen etkisi” denir.
Bugünkü Asya ve Avrupa sınırlarını belirleyen nüfus hareketinin temelinde de ülke sınırlarının belirsiz olduğu, bir yerden bir yere harekete gücü yeten herkesin yeni yaşam alanları kurabildiği ve insanlık tarihini etkileyen, Kavimler Göçü olarak adlandırılan büyük göçtür. Çin devletinin baskısından kurtulmak isteyen Hunların Karadeniz kuzeyine göçerek Avrupa Hun İmparatorluğunu kurmaları, burada yaşayan Germen, Gepit, Ostrogot, Vizigot ve Vandalların daha batıya, İspanya ve Kuzey Afrika’ya kadar olan göçü, Avarlar, Bulgarlar, Macarlar, Peçenekler ve Moğolların Avrupa’ya doğru hareketi, İskandinav ve Slav nüfus hareketleri günümüz Avrupa devletlerinin temelini atmıştır. Bu nüfus hareketleri bölgelerin sosyal hayatlarını, kültürlerini, dillerini ve dinlerini de değiştirmiştir.
Göçmenler gittikleri yaşam alanlarının sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapılarını değiştirebildiği için demografi değişmiş, yeni milletler oluşmuş ve bugünkü Avrupa’nın kültürel değerleri göçmenlerin etkisiyle oluşmuştur.
Büyük göç ile ilk çağın sonu gelmiş, orta çağ başlamış, Roma İmparatorluğu bölünmüş, Batı Roma İmparatorluğu yıkılmış, Avrupa Hun İmparatorluğu kurulmuş, Galya, İtalya, İspanya’da ilk krallıklar kurulmuştur.
Göçlerin tarihteki hareketlerine bakarak bir tanımlama yapmamız gerekirse, “Göç, kontrolsüz nüfus hareketidir” diyebiliriz.
Göçlerin insanlık tarihindeki en büyük etkilerinden biri de din konusunda olmuştur. Avrupa milletlerini oluşturan nüfusun Müslümanlara karşı verdiği mücadeleye paralel Hristiyanlaşması, Türklerin Anadolu’ya göçü ve buraları İslam hakimiyetine alması, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun kurulması, Haçlı ordusunun oluşturulması, Orta Asya’dan Avrupa’ya yönelen ve Müslüman olan Türklere karşı savaşların başlaması, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in Bizans İmparatorluğunu devirerek Orta Çağı kapatması gibi gelişmeler, göçlerle gelişen dini hadiselerin başlıcaları olarak gösterilebilir.
Dolaysıyla göç, yaşanılan bölgede değişimlere neden olan bir insan etkisidir.
Oysa “İltica” daha farklı bir durumdur. Göç hareketinde olduğu gibi; ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işine benzemekle birlikte, ilticayı “sığınma” olarak tanımlamak daha doğru olur. İltica edene mülteci ya da sığınmacı denmesinin asıl sebebi de budur. İlticada ülkelerin sosyo-ekonomik, kültürel ve dini değerleri korunmasına rağmen, göçte bu değerler değişime uğrar.
Kendi dilimizi ve kültürel birikimimizi bir tarafa bırakıp, basit tanımlamaları bile Avrupa’nın tanımlamalarından dilimize tercüme ettiğimiz sürece toplumsal düzenimiz kavram kargaşalarıyla boğuşacaktır.
Temelinde göçler olan Avrupa son yıllarda kavramların anlam farklılığını dikkate alarak, ulus devletlerin sınırları arasındaki nüfus hareketine “İltica” demeyi uygun bulmuştur. Bu amaçla kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (United Nations High Commisioner for Refugees) UN HCR kısaltmasıyla anılması, bizim asıl bahsettiğimiz “Hicret” ve “Muhacirlik” kavramlarının Arapça kökeni olan “HCR” ile benzer olması da ne büyük bir tesadüf.
Arapça HCR kökünden gelen “Hacir” ; kısıtlı, tutuklu, kapatılmış, yasal kısıtlı, yasaklı anlamına gelir. Aramice ve Süryanice de de aynı ses ile telaffuz edilen HCR de tutulu, bağlı anlamlarına gelmektedir.
İltica eden “Mülteci”, ülkesinde zorunlu bazı sebeplerle yaşamak istemeyen, ülkesini terk ederek başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan ve o ülkeye kabul edilenleri tanımlayan bir kavramdır. Sığınmacı ise, iltica ederek mülteci statüsü almak üzere bekleyenleri tanımlar.
Kelime anlamından anlaşıldığı gibi muhacir veya mülteci tanımlamasıyla ülkelere kabul edilenler, yani statüsü UN HCR’nin tanımlamasına uyanlar ile Arapça HCR köklü tanıma uyanlar, bazı haklardan tam olarak yararlanamazlar. Bunlar, iltica ettikleri ülkelerden sığınma talep ettiklerinde bazı şartları taşıyor olmalıdır. Tüm dünya ülkeleri sığınmacıları bazı şartlarda kabul eder. Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınanlar için İskan Kanunu’nda “Türkiye’de yerleşmek maksadıyla olmayıp, bir zaruret ilcasıyla muvakkat oturmak üzere sığınanlara sığınmacı denir” maddesi yer alır.
Sığınmacı, çoğu haktan kısıtlıdır. Birçok ülkede sığınmacılar, sınırları belirlenmiş alanların dışına çıkamaz ve geçici barınma alanları denen kamplarda zor şartlar altında hayatta kalmaya çalışırlar. Sürekli kontrol altında tutulan sığınmacılar, kamplar dışındaki yerleşim birimlerinde yaşayacak olsalar birkaç ailenin ortak paylaştığı evlerde, yardıma muhtaç şekilde zor bir hayat sürerler. Normalde sığındıkları devletin kendi vatandaşlarına tanıdığı ekonomik, sosyal, siyasal hiçbir imkânından faydalanma hakları yoktur. Devletler, sadece kendi inisiyatifleri ile belirledikleri bazı insani hakları sığınmacılara tanırlar. Bu haklar çoğu devletlerde zorunlu barınma, gıda yardımı ve sağlık hizmetlerinden öteye gitmez.
Kendi ülkesini terk ederek, sığındığı ülkenin vatandaşları ile eşit şartlara kavuşmak isteyen sığınmacıların taşıması gereken bazı kriterler vardır, ancak bu konumuzun dışındadır.
Kavram kargaşasını ortadan kaldırmak ve tanımlamaların insanlara ne gibi haklar getirdiğini, ülkelerin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, dini ve ahlaki değerlerine etki ettiğini anlamak için, “göç” ile “iltica” fiilini, dolaysıyla “göçmen” ve “mülteci” sıfatlarını farklı değerlendirmek gerekir.
Suriye’deki iç savaştan kaçıp, ülkemiz sınırlarına dayanarak fiilen “iltica” talebinde bulunan insanlara “mülteci” statüsü vermek yerine “göçmen” tanımına uyan bir yaşam tarzına kavuşabilecekleri rahatlığı sağlamak, dolaysıyla ülkenin başta saydığımız sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve çoğu aynı dine mensup olmalarına rağmen dini anlayışta da değişimlere yol açar.
Sonuç olarak, Türkiye’ye iltica eden Suriyelilerin kayıt altına alınmış 3,5 milyonluk nüfus hareketi, devlet politikası olarak “göç” olarak kabul edilmiş, dolaysıyla Türkiye’ye yerleşen Suriyeliler, ülkede göçmen etkisi yaratmıştır. Türkiye’ye yerleşen Suriyelilerin bir daha geri dönmeyi düşünmemeleri, bu düşünce ile yerleşik hayata hızlı şekilde geçiş yapmaları da demografik olarak göç tanımına uymaktadır.
Türkiye’ye göçmen statüsünde yerleşen Suriyelilere ekonomik ve sosyal haklar verilerek bir daha ülkelerine geri dönmeyecek ortama kavuşmaları, hızla artan nüfusları, eğitim çağındaki çocuklarının ülkenin çocukları ile aynı okullarda okuyarak dil ve kültür değişimine uğraması, Türkiye vatandaşlarıyla yaptıkları evlilikler ve belirlenen bazı şartlar dahilinde vatandaşlık hakkı elde etmeleri, ülkelerindeki maddi imkânlarını yerleştikleri yeni ülkeye getirerek burada yeni bir hayata başlamaları gibi bir çok sonucu doğurmuştur. Bu sonuçlar, ülkenin demografisine büyük ölçüde etki edecek, sosyo-kültürel ve siyasi etkileri ile de değişimlere neden olacaktır.
Anadolu, göçlerle gelişen karma bir kültür ve birlikte yaşama gereksiniminden kaynaklanan etkileşimin olumlu ve olumsuz etkileriyle gözlemlenebileceği bir laboratuvar gibidir. 1850’den itibaren Kırım’dan göçen Tatarlar, Kafkasya’dan göçen Çerkezler, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı akabinde Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’dan Anadolu’ya göçen Rumeli göçmenleri, Türkiye nüfus yapısını değiştiren ve göçmen etkisini beraberinde getiren önemli gelişmelerdir. Türkiye’ye göçen Kırım Tatarlarının 1 milyon, Çerkezlerin 2 milyon ve Rumeli göçmenlerinin 1,5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Yine Cumhuriyetin ilk yıllarında Yunanistan ile yapılan mübadele sonrası Yunanistan’dan gelen 400 bin Müslüman Türk göçü, tarihimizdeki önemli nüfus hareketlerindendir.
Türkiye topraklarına doğru akan nüfus hareketleri etnik olarak incelendiğinde, Türk, Azeri, Bulgar, Arnavut, Çerkez, Tatar, Boşnak olarak göze çarparken, bu nüfusların Osmanlı İmparatorluğunun kaybettiği topraklardan çıkarılanlar ve ortak özelliklerinin İslam dini olduğunu kesin olarak belirtebiliriz. Yukarıda saydığımız etnik kimliklerin dışında en büyük ve farklı katılım, 2011 yılından itibaren Türkiye’ye göçen ve sayıları 3,5 milyon olarak kayıtlara geçen Suriyeli Araplardır.
Tarih boyunca Anadolu’ya gerçekleşen göçler, ulus devlet anlayışı kapsamında Türk milliyetçiliğine katkı yapan nüfus hareketleri olarak kabul edilebilir. Ancak Suriyeli Arap göçünün kabulü, ulus devlet anlayışının dışına çıkan “ümmetçi anlayış” politikasının yansımasıdır.
Peki, ulus devlet anlayışı ve Türk milliyetçiliği kapsamında kendi toplumu içinde homojen hale gelen farklı etnik unsurların yanında, Arap unsuru nasıl kabul görecektir? Daha önemlisi, “Ümmetçi Anlayış”, bir milletin geleceği için doğru bir politika mıdır?
Yazının başında kısaca özetlediğimiz göç hareketlerinin neden ve sonuçları ışığında ümmetçi anlayışı değerlendirdiğimizde, pek de haksız bir politika olmadığını kabul etmekten başka varacağımız bir kanı olamaz.
Sonuç olarak; ulusları oluşturan göçler, başta din etkisindeki siyasi sebeplerle tahrik edilmiş ve bu hareket sonucunda din siyasal bir yapıya bürünmüştür. Hristiyan batının emperyalist emellerle Ortadoğu coğrafyasına getirdiği yıkım karşısında darmadağın olan İslam ülkelerinin liderliğini üstlenecek en güçlü devletin Türkiye olduğu kabul edildiğinden, ümmetçi anlayış politikasının bir zaruretten doğduğunu kabul etmek de lazımdır. Suriye sınırımıza yığılan milyonlarca insanın ülkeye kabul edilmemesi, göz göre göre ölüme terk etmek olacağı da unutulmamalıdır.
Suriyeli göçmenlerin toplum nezdinde kolay kolay kabul görmeyeceği açıktır. Çünkü, Türkiye’de hükümetlerin kitlesel göçleri kabuldeki kriterlerinin başında Türk ve Müslüman olmak vardır. Bu iki kriterden Müslümanlık II. Abdülhamit’in, Türklük ise Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus devlet politikasının yansımasıdır.
Türkiye, batının Ortadoğu’daki planları karşısında zorunlu politika üretiyor ve ülkeyi zora sokuyor denebilir. Ancak unutulmamalı ki, aynı batı Ortadoğu üzerine plan kurduğu gibi Türkiye üzerine de plan kurmaktadır. Suriye’deki kaosla yaklaşık 10 milyon Arap nüfusu yurtlarından edip, buraları kendi emelleri doğrultusunda şekillendirmek isteyenlerin karşısında Türkiye durmaktadır. Önce Fırat’ın batısını, günümüzde doğusunu güvenli hale getirmek isteyen Türkiye’nin çabaları, büyük emperyalist oyunu bozmaktadır. Elbette Türkiye’de bulunan Suriyelilerin, normal yaşam şartları sağlandığına anayurtlarına dönmesi beklenir. Ancak bu kadar uzun bir süre başka bir ülkedeki yaşam şartlarına adapte olan büyük bir topluluğun, daha düşük standartlardaki eski yaşamlarına dönmeleri büyük ölçüde gerçekleşmeyecektir. Tıpkı başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan Türkler gibi, Amerika’da yaşam bulan yüzlerce farklı millet gibi, Şanlıurfa’da yaşayan Afganistanlı Türkmenler gibi Suriyeli Araplar da Türkiye’de kalıcı olacaktır.
Türkiye genelinde etkisi pek hissedilmese de 550 bin Suriyeli Arap göçmenin yaşadığı Şanlıurfa başta olmak üzere, İstanbul, Adana, Gaziantep, Hatay gibi şehirlerde zaman zaman yerli halkın tepki gösterdiği, sosyal ve ekonomik düzeni bozan Suriyeli göçmen varlığının, doğru stratejik planlamalarla bulundukları şehirlerin ve Türkiye’nin gücüne olumlu katkıda bulunmalarını sağlayacak tedbirlerin alınması için kafa yormanın vaktidir.