Dil denen organımızı neye kullanıyoruz?
Pazardan isot alırken acı olup olmadığını tecrübe etmek için birini kırıp, o kırıktan içeriye dilimizi uzatıp tadına bakıyoruz.
Yemeğin, çayın, yoğurdun tadına bakıyoruz dilimizle.
Dondurma yalıyoruz, yalakalık yapıyoruz, yalan söylüyoruz.
Günlük 40-50 kelime ile günümüzü geçirip tekrar sabah olmasını bekliyoruz.
Toplumun büyük çoğunluğu ne yazık ki beş duyu organımızdan en önemlisi olan dili sadece tek işlevli kullanıyor.
Pazar günü Haber Türk gazetesinde Murat Bardakçı’nın tam sayfalık “Lawrence’in Cerablus macerası hakkındaki iddiaların doğrusunu bir de benden dinleyin” başlıklı yazısını okuduğumda yine sistem dosyalarım karıştı.
“Biz neye yarıyoruz, kaç dil biliyoruz, ne okuyoruz, nasıl yaşıyoruz?” diye kendimi sorgulamaya başladım.
Murat Bardakçı’nın yazdıklarına göre, biz Urfalıların 100 yıl önceki Urfa fotoğrafları çekmiş bir gezgin olarak tanıdığı İngiliz Gertrude Bell, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’nun sınırlarını bizzat cetvelle çizen bir kadın.
Bu yazıyı okurken, eğitimin insanları nasıl geliştirdiği ve yetiştirdiğine yine kahrolarak şahit oldum.
Gertrude Bell, dört yaşında yetim kalmış ve onu üvey annesi yetiştirmiş. O dönem İngiltere’de kızların liseyi bitirdikten sonra evlerinde oturması genel kabul görmesine rağmen üvey annesinin desteği ile Oxford Üniversitesi’ne başlayıp coğrafya ve arkeoloji okumuş. Oxford’u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın üniversiteli olarak tarihe geçmiş. 25 yaşına geldiğinde anadili İngilizce’nin yanına Fransızca, Almanca, Arapça, Farsça, Türkçe, Çince ve Japonca’yı eklemiş. Dili kullanması da öyle basit şekilde değil, profesyonel şekilde konuşuyor ve yazıyor. İran’ın milli şairi Şirazlı Hafız’ın Divan’ını İngilizce’ye çevirip yayınlıyor.
Arkeolog ünvanıyla 1899 yılında Arapçasını geliştirmek için Kudüs’e gönderiliyor. 1902’den itibaren defalarca Türkiye’ye geliyor. Bir çok arkeolog gibi Haberalma Örgütü’ne giriyor ve asıl mesleğini böylece ediniyor. Kahire’de Arap Bürosu’nda önemli bir idari makama getiriliyor. 1918’de Kahire’den Irak’a gönderilip, Bağdat ve Basra taraflarında “siyasi memur” olarak bulunuyor. 1921’de Kahire’de “Ortadoğu Konferansı”nı topluyor ve Irak sınırlarını bu toplantıda çiziyor.
Meselemiz bu kadının Ortadoğu sınırlarını çizen bir siyasi aktör olmasından ziyade, bir insanın gelişimini gözler önüne sererek kendimizi yargılamak.
Bundan yaklaşık 5 yıl kadar önce, Suriye’deki savaş henüz alevlenmeden Suruç’taki akrabalarının yanına gidip gelen Kobanili Mahmut ile Urfa’da bir vesile ile tanışmıştım. Mahmut, anadili Kürtçe olduğu için buradaki amca çocuklarıyla oldukça güzel şekilde anlaşıyordu, aynı dili zaten konuşuyorlardı. Aynı zamanda Türkçe’yi de oldukça güzel konuşuyor ve anlıyordu. Telefon görüşmelerinde karşısındaki şahısla bazen oldukça güzel Arapça ve İngilizce konuşuyordu. Bir ara oturduğumuzda bir mesele konuşuyorduk. Masadaki herkes Türkçe konuşuyor, Mahmut da bunları dinleyip karşısındaki Suriyeliye Arapça olarak aktarıyordu. Ben konuşmaya başladığımda bilerek Urfa şivesi kullandığımda Mahmut’un yüz ifadelerinden, beni anlamakta zorlandığını anladım. Bana dönüp, “Kürtçe konuşsan daha rahat anlarım” dedi. Ben de  Kürtçe bilmediğimi söyledim. “Arapça konuş” dedi, “Arapça da yok” deyince “Kürtçe yok, Arapça yok! Senin Türkçe de zayıf, ben herkesi anlıyor, seni anlamıyorum” dedi.
Hepimiz güldük. Ben konuşurken Urfa şivesiyle konuşuyordum, masadakiler İstanbul Türkçesi kullanıyordu. Mahmut İstanbul Türkçesi’ni anlıyor, şiveyi anlamıyordu.
Kobanili Mahmut lise mezunuydu. Anadili Kürtçe’nin yanında milli dilleri olan Arapça’yı, okul eğitim olan İngilizce’yi, komşu ülkenin dili olan Türkçe’yi ve ticaret vasıtasıyla gidip geldiği İran dolaysıyla Farsça’yı çok güzel konuşuyordu. Suriyelilerden lise mezunu olup da İngilizce’yi iyi derecede kullanmayanı neredeyse görmedim diyebilirim.
Bir de kendimize baktım. Değil lise, üniversite mezunlarımız bile bırakın yabancı dili, kendi dillerini bile doğru dürüst kullanamıyor.
Bir lisan, bir insan sözü artık eskide kalmış.
Bir lisan, bir aleme takabül ediyor.
Lisanını bilmediğiniz insanlarla neyi paylaşabilir, neyi anlaşabilirsiniz?
Dün pazardı. Gün boyu oturup gazeteleri, köşe yazılarını okudum. Suriye’den gelip, İstanbul’a yerleşen Ermeni bir ailenin durumunu anlatan yazıyla karşılaştım. Ermeni olan T., Arap olan eşi S. İle İstanbul’a yerleşmiş. Dört yaşındaki küçük kızlarını okutmak için kaygı yaşıyorlarmış. Onlarla röportaj yapan gazeteci, çocuğun annesiyle Arapça, babasıyla Ermenice konuşurken kafede çalışanlarla da Türkçe konuştuğunun dikkatini çektiğini aktarmıştı. Anne S., çocuğunu okutmak istediği halde imkan bulamadığını, evde çocuğuna İngilizce öğretmeye başladığını belirtiyor.
Biz hangi kafayı yaşıyoruz!
Bu durumda bölgemizde en şanslı olan insanlar, Anadili Kürtçe veya Arapça olanlardır. En azından anadillerinin yanında çok güzel Türkçe de konuşabiliyorlar. En bedbahtımız ise Urfa’nın veya diğer şehirlerimizin Türkçe şivesinden başka lisanı olmayan yerel halkları. Günümüzde Türkçe’nin şivesini kullanan bu insanlar, çok az kelime ile idare etmek zorunda kalmış. Dilin zenginliği olan şiveyi bile unutmaya başlamışlar.
Okulda doğru dürüst yabancı dil öğrenemedim ama çevrem ve arkadaşlarım sayesinde en azından meramımı anlatabilecek veya konuşulanı anlayacak kadar Kürtçe ve az buçuk Arapça öğrenmiş olmakla avunuyorum.
Lisan bilmek, insan olmaktan çok öte bir durum.
Ama bizim toplumun başına gelenler de azımsanacak işler değil. Henüz dedelerimizin mezar taşları Arap alfabesi ile yazılıyken Latin alfabesine geçerek zaten kültürel birikimimizi bir kenar atıvermişiz.
Şimdi Urfa şivesinde kullanmayı unutmaya başladığımız “taman” sözcüğü aklıma geldi. Gençler artık bu kelimeyi kullanmıyor. Unutuldu, kayboldu. “Taman gelecektin” diyerek cümle içinde kullandığımız “hani” anlamına gelen bu sözcük lisanımızdan çıktı. Yine “biraz önce” anlamına gelen “beyah/tan” kelimesi, Arapça’dan Türkçe’ye geçen “Allah-u Alem” yani; “Allah bilir” tümcesinin “Elleım”, “galiba” anlamında kullanılması gibi benzer binlerce kelimenin kaybolmaya yüz tutması dil adına büyük bir kaybımızdır.
Lisandan bahsetmişken konuya bir fıkra ile son verelim.
Temel ile Dursun gezerken yanlarına bir turist kafilesi gelip adres sorarlar. İngilizce konuşarlar bizimkiler anlamaz, Fransızca konuşarlar anlamaz, Rusça konuşurlar anlamazlar. Turistler anlaşamayacaklarını anlayınca çekip giderler. Dursun Temel’e dönüp, “Ula Temel bir an önce en azından İngilizce öğrenmemiz lazım” demiş. Temel de, “Ula uşağum, adamlar beş dil biliyor da dertlerini anlatamadı, biz İngilizce’yi ne yapalum”.
Dili sadece tatma veya yalama amacıyla kullanmaktan kurtulup, lisanla geliştirdiğimiz günlere ulaşmak dileğiyle…