Siverek’teki gazeteci arkadaşlardan biri çakmak gazı kullanan bir çocuğu görüntüleyip facebook sayfasına atmış ve durumun vahametinden yakınmış. Çocuğu usulünce uyardığındanda bahsetmiş.
Altına yorumlar yazılmıştı. Ben de yorumculardan birine katılarak, “dayak atsaydın” diye yazdım.
Sonra başladık dayak çözüm müdür değil midir tartışmasına.
Dayak medeni bir şey değil dediler. Dayağın çözüm olmadığını söylediler.
Evet gerçekten de dayak insan onurunu zedeleyen, bilinçaltına onarılmaz hasarlar veren davranış türüdür. Kişinin, başka bir kişiye uyguladığı şiddettir. Güçlü olanın, güçsüz olana eziyet etmesidir. Tüm bunları kabul ediyorum.
Ancak bizim çocukluğumuzda da dayak denen olay vardı. Evde dayak, okulda dayak, hocada dayak, oyun oynarken dayak, çalışırken dayak, askede dayak. Sizi bilmem ama ben dayakla büyümüş bir neslin önemli temsilcileri arasına giririm.
Babam genelde hiçbirimize bir tokat bile atmazken, evdeki dayak fasıllarımız annemle başladı. Gürültü yapınca susturulmamız için annemin en başlıca köklü çözümü dayaktı. Dayak aracı olarak bazen oklava, bazen naylon terlik kullanırdı. Israrına rağmen bir işi yapmadığımızda “senin canın dayak istiyor” deyip, fasıla başlardı. Dayağı güzelce yedikten sonra annemizin bir dediğini iki etmezdik. Sadece ben değil, kardeşlerim de öyleydi. Sonuç noldu biliyor musunuz? Yaşımız büyüyüp, kendi ayaklarımız üzerinde durabileceğimizi düşündüğümüz ilk fırsatta hepimiz evden kaçtık. Öyle evden kaçıp sokakta yaşamak değil de, mümkün olduğu kadar evden uzak durmaya çalıştık.
Dayak yediğimiz ikinci yer ise okuldu. Burada da gürültü yapınca dayak, ders çalışmayınca dayak, geç gelince dayak, yaramazlık yapınca dayak vardı. Okulda her öğretmen dayak atmazdı. Elinde sopayla gezen veya sorun olunca kendisine havale edilen müdür yardımcıları bu dayak işini üstlenirdi. Bu sayede okul okumaktan da hevesimiz kırıldı. Dayak yeme korkusu kafamızı çalıştırmadı, yaramazlığımızın önüne geçmedi. Dayağı yedikçe daha da kudurduk, kudurdukça daha çok dayak yedik.
Dayağın kallavisini yediğimiz yerlerden biri de cami idi. Özellikle yaz aylarında gittiğimiz Kur’an Kursları’nda o zamanlar dayak çok meşhurdu. Fırfırlı Camii’de ve Damat Süleyman Paşa Camii’nde yediğimiz dayakların acısını halen tabanlarımızda hissederiz. Fırfırlı Cami’de Bahattin Hoca vardı. Aldığı dersi bilmeyeni ve yaramazlık yapanı falakaya bile kaldırırdı. Birkaç kez ben de falakadan nasibimi aldım. Damat Süleyman’da falakaya yatmadım ama çokça avuçlarım kan topladığı oldu.
Oyun oynarken büyüklerimizden yediğimiz dayaklar vardı mesela. Hatta arpa-çarpa diye bir oyunumuz vardı ki, oyunun teması dayak üzerine kuruluydu. Herkes eline kemerini alır, kim kime vurursa!
Çalışırken dayak kısmında ise çıraklık yıllarımızda ustalarımızdan yediğimiz dayaklar vardır. Anneden, öğretmenden ve hocadan yediğimiz dayaklara kıyasla daha hafif olan bu dayak, ya enseye bir şaplak veya surata bir tokat şeklinde gerçekleşirdi.
Askerde dayak yemeyen yoktur derler. Tamamıyle doğrudur ancak ben 33 yaşında askere giden biri olarak o dayağı yiyemedim. Benim askerlik dönemimde askere dayak atanların çoğu yaşça benden küçüktü. Ama 20’li yaşlarda olan askerlerden dayak yemeyene çok az rastlanır desem yeridir.
Dayak her ne şekilde ve şartta olursa olsun insanca kabul edilebilir bir davranış türü olmasa da, sadece bu köşeyi okuyanların üzerinde düşüneceği bir durumu paylaşmak istiyorum. Dayaktan yeterince nasibini almış biri olarak söyleyeyim ki, en etkili dayak falakaydı. Bahattin hocanın verdiği bir ezber dersini günlerce çalışsak bile yapamazsak, falakaya kaldırıldıktan sonra birkaç tekrarla çözerdik. Sadece ben değil, ezberde sıkıntı yaşayan diğer çocuklar da falaka sonrası ezber derslerini başarıyla verirlerdi.
Tamam dayak insani bir şey değil ama galiba falaka farklı bir şey. Herhalde ayak tabanına etki eden kuvvet beyin hücrelerini uyarıyor.
Olabilir mi?