Siverek Fırat havzasındaki doğal meşe ormanlarımızı biliyor musunuz?
Hiç gördünüz mü?
Ya da Şanlıurfa-Gaziantep otoyolunu Mardin yoluna bağlayan çevre yolunda, Ulubağ yakınlarındaki kaç yüzyıllık meşe palamudunu?
Büyük ihtimalle çoğunuz görmemişsinizdir.
Çok hareketli bir çocukluk dönemim olduğu için Urfa’nın gezip görmediğim bir yeri kalmadı. Bazen bisikletle Harran’a, Bozova’ya, bazen motosikletle başka yerlere gider karış karış gezerdik.
Çocukluğumuzda basit ve sıradan olan o gördüklerimizin bugün büyük önemi olduğunu anlıyorum.
O zamanlar en sevdiğimiz ağaçlar elbette meyve verenleriydi.
Dut, kiraz, dağdağan, alıç, nar, incir, elma.
Baharın yaza bağlandığı günlerde dut ağaçları hedefimiz olurdu. Her yerde varlardı. Evlerde, sokaklarda, bahçelerde, köylerde nereye bakarsan bak dut ağacı vardı. Kiraz ise sadece özel bahçelerde bulunuyordu. Kiraz ağacına çıkıp birkaç kiraz yemek, bahçe sahibi görmeden bu işi başarmak büyük bir eğlenceydi.
Dağdağan ve alıç ağaçlarını ise dağlıklarda bulurduk. Bazen bir çalı arasında saklanmış güzel bir dağdağan ağacı gördüğümüzde havalara uçardık.
Nar ve incir yine evlerde, camide ve bahçelerde vardı. Nar ağacı sahipleri daha bir dikkatliydi çocuklara karşı. Ama incir için öyle değildi. İncir ağaçları çocuklara serbestti genelde. Bağında, bahçesinde incir olanlar da mevsimi gelince toplayıp dağıtırdı.
Çocukluğumuzun tek elma ağacı, köyde dedemin evinin avlusundakiydi. Yeşil yeşil elmalar tutar, bazen ağaç elmaları kaldıramadığı için birkaç dalını yere bırakırdı. Tabi o evin parmak büyüklüğünde meyve tutan dut ağacı da dillere destandı.
Bugün çoğu yok artık.
Yollarımıza, evlerimize baktığım zaman şöyle üzerine çocukların çıkacağı tek ağacımız yok.
Varsa yoksa top akasya.
Ne dalına salıncak yapılabiliyor, ne meyvesi, ne gölgesi işe yarıyor.
Hafta sonu bina bahçesine çiçek soğanları ekerken çocukları da yanıma aldım.
Bir yandan çukurlar kazdık, bir yandan lale, sümbül soğanlarını ektik.
Bahçemize baktığımda bir tek meyve ağacı yoktu.
Arkadaşlara, birkaç meyve ağacı ekelim diye önerdiğimde “Çocuklar kırır” diyerek karşı çıktılar.
Ben de “Biz dikelim, varsın kırsanlar. Yeniden dikeriz” dedim.
Beton yığınlar içinde doğup, ömrü boyunca beton içinde yaşayacak olan çocuklara acıdığım için bunu söyledim.
Geçen yaz bahçeye düşen çekirdeklerden çıkan karpuz, kavun, domates ve biberleri çocuklar nasıl ilgiyle izlemiş, biraz büyüyünce yiyemeyecekleri haldeyken koparıp koparıp kaçmışlardı. Balkondan seyrederken çocukların karpuzları büyümesi için yaprakların altına gizlediklerini, biraz büyüyünce gizlice koparıp eve doğru koştuklarını neşeyle izliyordum.
Kapıcımız çocukların karpuzları çalmasına kızsa da doğrusunu söylemek gerekirse ben bundan büyük zevk alıyordum.
Çünkü o çocukların hayatlarında, anılarında olacak ender bir durum bu.
Yarın büyüdüklerinde, bizim binanın bahçesinde kavun karpuz vardı, büyütüyorduk sonra koparıyorduk diye hatırlayacaklar.
Keşke imkanım olsa bir eşek alıp çocuklara hediye etsem.
Yedirseler, içirseler, binip gezseler.
Kararı verdim tabi.
Binanın bahçesine dikebileceğim kadar meyve fidanı dikeceğim.
Dut, kiraz, elma, nar, incir.
Meyve tutana kadar karışmayacaklar, meyveler olduğunda sadece meyveleri için ağaca zarar verebileceklerini biliyorum.
Ama o çocukların hayatında o ağaçların önemli bir yeri olacak.
Bizim ağaçlar diyecekler, bizim ağaçlar…