Ülkemizde savaş çıkacak olsa gidecek hiçbir yerimiz yok değil mi? Ne Arap ülkelerine, ne İran’a, ne Yunanistan’a, ne Ermenistan ne de Gürcistan’da yaşama şansımız yok. Zaten bu ülkelerin bizi kabul edeceği de yok. Bizim de sonunda ölüm olsa bile bu toprakları terk etmeyeceğimizi dünya alem bilir.
Peki bu Suriye Arapları ne diye vatanlarını bırakıp buralara geldiler?
Kınamıyorum.
Vuranın da vurulanın da “Allahu Ekber” dediği yerde yapılacak en iyi iş orayı terk etmek olsa gerek. Büyük çoğunluk sadece canını, çoluk çocuğunu kurtarmak için ülkesini terk edip buralara geldi.
Başımız üstünde yerleri var.
Ama şikayetimiz de var.
Araplardan şikayet ediyoruz.
Ahlaksızlık yapıyorlar, hırsızlık yapıyorlar, kavga çıkarıyorlar diye şikayet ediyoruz.
Şikayetimiz de muhakkak ki tümünü kapsamıyor. Belki yüz kişiden biri, belki bin kişiden biridir şikayet edilen.
İbn-i Haldun okumalarımda Arapların hallerine dair çok bilgiyle karşılaştım. Yaklaşık 650 yıl önce yazdığı eserinde ünlü bilgin İbn-i Haldun, Araplar tarafından ele geçirilen yurtların çabuk yıkıldığından bahseder. Arapların fıtratına işleyen tutum ve davranışları hakkında şok tespitleri vardır. Arap kavmini kılık kıyafetinden davranışlarına kadar vahşilikle itham eder. Ama ben buna katılmam. Çünkü o da tespitlerinde genelden bahsetmez. Toplumu etkileyen, azınlık da olsa geneli yönlendiren hallerden bahseder.
Bakalım ne demiş İbn-i Haldun: “Araplar tarafından ele geçirilen yurtların çabuk yıkılmasının sebebi, Arapların göçebe ve vahşi bir kavim olup, vahşilik adet ve kılıklarının onlar arasında yerleşmiş ve onlar için bir tabiat ve karakter olmuş olmasından ileri gelmektedir.
Bu onların lezzet ve haz duydukları bir şeydir. Çünkü bunlar, vahşet ve şiddetlerinden dolayı hüküm ve sorumluluğa tabi değildirler. Şeyh ve başkanları dahi devletçiliğe mahsus olan siyaset ile idare ederek bunları cezalara çarptırmak kudretinde değildir. Arapların bu tabiatları, dünyanın mamurluğunu bozmaktadır. Bir yerden başka yerlere göç etmek, şiddet ve kudretle ele geçirmek onlarca adi hallerdendir. Bu ise dünyayı imarın ve mamurluğun temeli olan sükunet ve huzurun tersidir.
Araplar, ancak tencerelerinin ayağı olarak kullanmak üzere taşa muhtaçtırlar. Binaları yıkarak taşlarını bu maksat için götürürler. Ağaca ihtiyaçları da ancak çadırlarına direk olarak kullanmak ve kazıklar yapmak içindir. Bunlar, evlerinin damlarını yıkarlar ve bu gibi maksatlar için kullanırlar. Bunlar için tabiat hükmünde olan yıkıcılık, yapıcılık ve bayındırlığın aslı olan yapılar vücuda getirmeye münafidir. Bunların halleri umumiyetle böyledir. Diğer bir tabiatları da başkalarının ellerindeki mal ve eşyayı yağma etmektir. Onlar, geçinmelerini süngülerinin gölgesinde elde ederler. Ve yağmacılıkta bir sınır tanımazlar. Gözlerine ilişen mal, meta, cihaz ve eşyayı yağma ederler. Kudretleri kemal derecesini bularak zorla ve kuvvetle bir devletin başına geçenler ise, idareleri altına aldıkları ahalinin mal ve servetini korumak konusunda devletçilik siyasetini ve adaleti bir yana atarlar. Bunun bir sonucu olarak bunlar sayesinde çalışanları, usta, hüner ve hirfet sahiplerini kendilerinin özel işlerinde çalıştırırlar. Hünerin ve uzmanlıkların onlar katında değeri yoktur…”
Tunus’lu bir Arap olan İbn’i Haldun, Arapların ikinci bir kötü adet ve tabiatlarını da şöyle anlatır: “Hüküm ve kaidelerin tatbikini ihmal etmeleri, ahaliyi korkutarak fesat ve bozgunculuktan ve birbirine saldırmak ve kötülük etmekten alıkoymalarıdır. Onların göz diktikleri şey, ahalinin mal ve serveti ve bunları yağma veyahut nakti bir ceza ve ağır bir vergi olarak ele geçirmektir. Arzu ettiklerini ele geçirdikten sonra ahalisinin hal ve durumunu onarmaya, maslahat ve faydalarına önem vermezler. Ahalinin birbirine kahır ve zulmetmesine, bozuk olan maksatlara engel olmazlar. Evet, mal ve para toplamaya ve faydalanmaya bir vesile olması için bunların ahaliyi nakdi cezalara çarptırdıkları çağlar olur. Bunlar bir adetleri olmak üzere bu vasıta ile çok para kazanmak isterler. Fakat bu nakdi cezalar bozgunculuk ve fesadı önlemeye yetmez. Bu saldıranları saldırmalarından alıkoymaz ve korkutmaz. Belki de tersine olarak nakdi cezalara katlanmak onlar için şekavetlerini bırakmaya nispetle daha kolay olduğundan, cinayet ve bozgunculukları artırmaktan başka bir faydası görülmez. Bu suretle bunların idareleri altında bulunan uyruk hükümetsizlik ve kargaşalık içinde yaşar. Kargaşalık ise, insanları yok edici ve mamureleri yıkıcı bir şeydir. Halbuki devlet ve hükümet kurmak insana mahsus bir tabiattır. İnsanlar devletsiz ve hükümetsiz yaşayamazlar, çünkü bu takdirde onların bir araya toplanarak toplumsal bir hayat yaşamaları ve dünyayı imar etmeleri imkansız olur.”
Bugün ülkemizde yaşayan Suriye Araplarının durumunu gördüğümüzde, Arapların içinde doğup yaşamış Alim bir Arabın kendi toplumu hakkında nasıl isabetli tespitlerde bulunduğunu görebiliyoruz. Demek ki, mesele Arap, Türk, Kürt olmak değil insan olmak. Medeni olmak. Okumak, öğrenmektir. İnsanlık erdemidir. Bir toplum bu niteliklere kavuşmadıkça, 650 sene önce de böyledir, 650 sene de böyle olacaktır.