Zaman yaratılışla başlayıp ölümle bitmez. Zamanın yapısı daha çok, kesintisiz ve tekrarlayan bir yapıdır. Hayat, ölüm ve yeniden doğuş, aynı bütünün parçaları, birbirinin sürekli takipçisidir. Hayat ölmez, yenilenebilir döngülerle devam eder. Hayat eskimeden yenilenmelidir.
Ölenlerin hepsi bir arada yaşar, hatta bu dünyada ki aile birimleri halinde yaşar.
Ruhun ölümsüzlüğü ya da hayatın yeni biçimlerle tekrarlanışı, genetik bilimin de onayladığı bir şeydir. Evet birey ölür ama onun genleri, kalıcı bir yeniden doğum döngüsüyle gelecek kuşaklara aktarılır. Tabi bu tüm umutların bilime, teknolojiye, ekonomik büyümeye bağlanmasıyla mümkün değildir. Teknolojik uygarlığın zaferi aynı zamanda içimizde bir manevi güvencesizlik tohumu da ekmiştir. Onun armağanları bizi hem zenginleştirmekte hem de kendine köle etmektedir. Her şey çıkarlarla ilgilidir – çıkarlarımızı ihmal edemeyiz- her şey maddesel varlıklar uğrunadır; ama içimizden bir ses de bize, saf, yüce, kırılgan bir şeyi kaybettiğimizi fısıldamaktadır. Amacı göremez olmuş durumdayız.
Kabul edelim; yalnız kendimizin duyabileceği küçük bir fısıltıyla bile olsa, itiraf edelim: Hayatı böyle çılgın bir hızla yaşarken, ne uğruna yaşıyoruz biz?
Bugünkü manevi çaresizliğimizi, entelektüel dağınıklığımızı en belirgin biçimde ortaya koyan şey de ölüm karşısında ki o net ve sakin tutumumuzu kaybetmemizdir. Çağdaş insanın rahatı ne kadar yerindeyse ruhunda ki o dondurucu ölüm korkusu da o kadar derin yaralar açmaktadır. Bu kitlesel korku, eskilerin bilmediği bu korku, bizim doymak bilmez, gürültülü, koşu tempolu hayatımızdan doğmuştur. İnsan kendisinin, serbest iradeye sahip olsa bile, yine de evrende sınırlı bir nokta olduğu duygusunu kaybetmiştir. Kendini çevresinin merkezi olarak görmeye başlamış, dünyaya uyumlanacağı yerde, dünyayı kendine uyumlandırmaya kalkmıştır. O zaman ölüm düşüncesi elbette dayanılmaz hale gelir; tüm evrenin bir çırpıda ortadan kaybolması demek olur.