Ülkemizde hukuk konusunu tartışmadığımız zamanı hatırlamıyorum.Herkes “Hukukun üstünlüğüne “ dem vururken uygulamasına gelince bir bakıyorsunuz o üstünlük ,üstünlerin oluvermiş bazen.
Gazete ve televizyonlarda hukukçular,hukuk uzmanları hemen hemen her gün ya tartışıyor ya da makalelerini yazarak doğruya varma adına düşüncelerini belirtiyorlar.
Hukukçu değilim,ama her vatandaş gibi hukukla iç içe yaşıyoruz.Hukukun sürekli olması ve makam mansıp,sosyal farklılık,statü,para pula bakmadan herkese hukukta eşit muamele edilmesini istemeyenimiz yoktur herhalde.
Şimdi sizinle bu kadar hukukla ilgili tartışmaların yaşandığı ortamda bu hafta Eski Yargıtay 1.Başkanı Sami Selçuk’un bir yazı dizisinden Osmanlı Tarihinde yaşanmış iki tane hukuk örneğini vereceğim,sonra da düşünüp taşınalım derim.
Birincisi,
“Osmanlı tahtında oturan Yıldırım Bayezid Han (1360-1403) dönemiyle ilgilidir. Padişah, halkın yakınmalarını dinlediği kurulu (Ayak Divanı) toplamıştır. Yaşlı bir kadın “Padişahım.” der, “Yularını gevşek tuttuğun hizmetlilerden biri, sütümü içti, karşılığını ödemedi. İmam efendinin ve halkın çabasıyla yakaladık. Ama senin kadı, hizmetliden yana karar verdi. Mağdur oldum. Hakkımı isterim.”
Hizmetli bulunur, Padişah'ın huzuruna çıkarılır. Padişah'ın sorusuna: “Bağışlayın Hünkârım, şeytana uydum.” Eylem itiraf edildiği halde aklanma nedenini Padişah, kimi kadıların rüşvet yediği söylentisine bağlamak ister. Hizmetliye kadıya rüşvet verip vermediğini sorar. Hizmetlinin yanıtı padişah için yıkıcıdır: “Şevketlüm, billahi rüşvet vermedim, sadece senin maiyetinde bulunduğumu söyledim. Kadı da kabahatimi bağışladı.”
Yıldırım Bayezid, gürler: “Kul hakkını Mevla bile bağışlamazken, kadılar bu salahiyeti nereden alır? Tiz o kadı bulunup huzurumuza getirile!” Ve başını ellerinin arasına alıp mırıldanır, Sultan: “Eyvah ki, eyvah!, Mülke kıran girmiş de haberimiz yok. Tiz bostancıbaşı gelsün!” Bostancıbaşı gelince “Bre bostancıbaşı!” der, “Adamlarını topla. Bütün şehri ev ev gez. Kadılardan yakınanları belirle ve bana bildir. Bildir ki, bozuk mizaçların kârını itmam edip adaleti tekrar mülkün esası yapalım.”
Çünkü yargıçların ve adalet terazisinin bozulması, düzenin (mülk) yıkılması demektir. Bostancıbaşı birkaç gün içinde soruşturmasını bitirir. Padişah'ın huzuruna çıkar. Hazırladığı listeyi sunar. Mahkemelerden ve kadılardan yoğun yakınmalar vardır. Padişah, “Biz tükenmişiz!” diyerek adeta inler. Bütün beylere aşağıdaki buyrultuyu yollar: “Kalenüzde, yahut şehrünüzde, yahut keryenüzde, şer'i şerife mugayir hareket ittiği, rüşvet ile hükmittiği şuyu bulmuş (duyulmuş) kadıların derdest Beyşehri'ne gönderilmesi fermanımızdır.”
Bu kadılara ne yapılacağını soran Veziriazam Çandarlı Ali Paşa'ya da şu buyruğu verir: “Adaletin bozulması mümkün (toplum düzeni) zevaline işarettir. Mülkümüzün zevalini hazırlayan kadıları bir eve doldurup evi ateşe vereceğiz! Ta ki ümmet, bunların şerrinden halas olsun.” Bu korkunç hüküm karşısında Çandarlı ve vezirler kaygı içindedirler. Ama genç Padişah'ın tepkisini dindirmek olanaksızdır. Böyle durumlarda Padişah'a söz söyleyebilecek ve onu eğlendirerek yumuşatabilecek olan “Habeşli”ye başvurur Çandarlı Paşa. “Kolay, şimdi çözerim.” der Habeşli ve yol giysileriyle Padişah'ın karşısına çıkar. Padişah, Habeşli maskarayı o kılıkta karşısında görünce “Bre maskara! Yolculuk mu var?” diye sorar. Habeşli “Hünkârım, Bizans'tan Bursa'ya yüz papaz getirmek için ruhsat dilemeye geldim.” Padişah, kaşlarını çatarak “Bre köle.” der, “Müslüman mülkünde papazın işi ne?” diye sorar. Habeşli, “Kadılık edecekler Şevketlüm.” deyince Padişah durumu anlar. Ama yine de merak edip sorar: “Ya bizde kadılık edecek âdem yok mudur ki papaz getiriyorsun?” Habeşlinin yanıtı caydırıcıdır: “Sayenizde kalmayacak Hünkârım. Kadıları yakacağınıza göre, bari davalarımıza papazlar baksın da ümmetin işi aksamasın. Malum, kadılık ilim işidir: Eh, papazlar da bir nevi âlim sayılır.”Padişah, kararının ağırlığını sezinler. “Tamam.” der. “Belli ki, aşırıya kaçmışız. Söyle vezirlerime müsterih olsunlar.” Sonuçta yalnızca suçlu kadılar cezalandırılır. Daha sonra rüşvete karşı önlemler düşünülür. Bunlardan biri, “mahkeme rüsumu” denen ve davayı yitirenlerden alınıp kadılara verilen bir tür harçtır. Bu anlayış sayesinde Osmanlı devletinin (hukuk) düzeni, altı yüz yıl sürmüş60, bu düzen bozulmaya başlayınca da imparatorluk yıkılmaya durmuştur.
İkincisi:
“Bursa Ulu Camii'nin şadırvanıyla ilgili öyküdür. Şadırvan, bilindiği gibi, bütün camilerdekinin tersine caminin içindedir. Nedeni de şudur: Yapım hazırlığında sahiplerinin oluru alınarak ve paraları ödenerek arsalar kamulaştırılır. Ancak yapılacak caminin tam ortasına rastlayan arsa yaşlı ve kimsesiz bir Hıristiyan kadınındır. Kadın önerileri reddeder; arsasını satmaz. Birkaç yıl sonra kadın ölür, arsa devletin olur. Caminin yapılması için bir engel kalmadığı düşünülmektedir. Ne var ki Bursa kadısı bu görüşe karşı çıkar. İslam hukukuna göre ölen kadın Hıristiyan olduğundan ve ölmeden önce de olur vermediğinden arsa kullanılamaz ve dolayısıyla arsa üzerinde namaz kılınamaz. Bu görüş üzerine yapılacak tek şey kalmıştır: Arsanın bulunduğu yere şadırvan yapmak. Hukukun düzenin (mülk) temeli olduğunun görkemli bir örneğidir, bu.
Yukarada anlatılan örneklerde görüldüğü üzere toplumun hukuksuz şekilde yürümeyeceğini , hukukun olduğu yerde de huzurun olabileceğini görüyoruz.
O zaman gerçekten gerek meclis gerekse siyasal partiler ve temsilcileri “Üstünlerin hukuku değil,hukukun üstünlüğü “ilkesini tesis etmeliler.Yoksa her önüne gelen “Ben haklıyım ,sen haksızsın der.” dururuz.
Vesselam…