Ben Kuyunun Dibindeyim!

BEN KUYUNUN DİBİNDEYİM!

Kıskanan kardeşlerim atmadı belki,

Beni bu kuyudan çıkaracak kervan da gelmedi.

Sadece delilere güveniyorum,

Onlar kuyuya taş attıkça yüzeye yaklaşıyorum.

***

Urfa’nın bencil, sığ, art niyetli, haset, bağnaz çöllerinden sürgün yedikten sonra yeni dünyasında koca bir gülistan oluşturmakla meşgul olan Mehmet Kurtoğlu, bulunduğum kuyuya büyükçe bir taş daha attı.

Taş öyle büyüktü ki, kuyunun dibine düştüğünde dışarıdaki herkes zelzele sandı. Çoktandır atılmasını beklediğim bir taştı ve hazırlıklıydım. Yakında böyle bir taş atarak önemli bir katkıda bulunacağının işaretlerini vermişti diyebilirim.

Sağ olsun.

“Medeniyet Tasavvuru ve İslam Dünyası” demiş Mehmet Kurtoğlu ve sonda söyleyeceği sözü her zaman olduğu gibi başta söylemiş, “Teslimiyetten medeniyet doğmaz” demiş.

***

Mesele 1:

Toplanın şöyle, size en az 360 milyar TL dağıtacağım.

360 milyar TL dediğim para, altı sıfır atmadan önceki 360 katrilyon paradır.

Adına teslimiyet dediğimiz “İslam” dininin otoriterlerinin sözüne kanıp, 360 katrilyonu size dağıttığım için cehennemde yanacağıma inansaydım, bu paranın zerresine dokunmazdım.

Hadislerle destekledikleri Kur’an ayetlerini, onların anladıkları yerden anlasaydım, bu 360 katrilyonu onları destekleyen zenginlere teslim etmiş, servetlerine servet katmalarına vesile olmuştum.

Ama öyle yapmadım, Kur’an’ın her şeyden daha çok önem verdiği “Aklınızı kullanın” emrine uyarak, bu parayı zenginlere teslim etmek yerine ihtiyaç sahiplerine dağıttım, dağıtmaya devam ediyorum.

***

Mesele 2:

TOKİ, 2003 yılından 2020 yılına kadar yaklaşık 1 milyon konut üretmiş. 2023’e kadar üretilecek konut miktarı 1 milyon 200 bin kadar olacak. Ucuzuydu, pahalısıydı derken en düşük fiyattan hesap edersek her konut 300 bin TL kadar. 1 milyon 200 bin konutun toplam bedeli ise 360 milyar TL. Yani 360 katrilyon. Bunun yaklaşık 300 katrilyonu millete dağıtıldı, kalan kısmı dağıtılmaya devam ediyor. Bu paranın konut alımı yoluyla bireysel yatırıma dönüşmediğini, kiracı için bir kayıp, mülk sahibi için bir kazanç olarak sürmesi durumunda 17 yıldaki mali değeri en az otuz kat artacaktır.

TOKİ’nin, ülkenin her tarafına inşa ettiği binalarla yeni yerleşimler oluştu. Bazen bir dağın başında bir şehir kuruldu, bazen gecekonduların arasında yeni bir hayat inşa edildi.

Gecekondularda, eski kırık dökük binalarda yaşayan yaklaşık 1 milyon aile, TOKİ’nin inşa ettiği konutlarda yeni bir hayata başladı. Hem de kira öder gibi ödeme yaparak kendi mülklerinin sahibi oldular. Daha önceden müstakil evlerde, gecekondularda veya başkasının evinde kirayla yaşayan bir milyon aile, ortalama 5 milyon insan yeni inşa edilen bir medeniyetin ortasındaki baş aktör oldular. Sancılı olsa da ortak yaşama alışmaya, yeni medeniyetlerinin kurallarını yazmaya başladılar.

Sadece TOKİ’nin inşa ettiği konut sayısıyla bu rakam ortaya çıkıyor. Özel sektör marifetiyle gerçekleşen medeniyet inşasının maliyetinin bunun yüz katı olduğunu tahmin ediyorum.

Amerikalı Sinemacı Michell Mann, “Uygarlık, politik gücü odaklayıp, insan kontrolünü, diğer insanlar da dâhil olmak üzere doğanın kalanına yayar” der.

İşte bir İslam toplumu olan Türkiye’de son yirmi yılda politikanın yapmaya çalıştığı, İslam’a rağmen insanlar arasındaki sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma mücadelesi tam da budur. Bu mücadele, başta imar ve inşa faaliyetleri olmak üzere büyük bir hızla devam eden kentsel devrimler ve buna paralel gelişen kamu düzenini oluşturmaya başlamıştır.

Bu büyük politik gelişmenin temelinde ise, belki bin yıldır bu milletin ayağına bağ olan din borazanlarından kurtulma çabası vardır ki, Türk Milleti ne zaman bu borazanlardan kurtulmuşsa, yoluna büyük bir hızla devam etmiştir.

Kişinin yaratıcıya inanması temelinde, bireysel ve toplumsal davranışlarını kurallara bağlayan din kavramı yanlış anlaşıldığı sürece sadece Türk Milleti’nin değil, tüm milletlerin başına bela olmuştur. İslam inancına göre Yahudiler lanetlenmiş, Hristiyanlık lağvedilmiştir.

Peki İslam’ın durumu nedir?

Yaşadığımız toplumun din anlayışı hangi seviyededir?

Kurtoğlu’nun dediği gibi, “İslam dünyasında ne ahlak, ne de etik kalmıştır. Dolaysıyla daha ilk başta kaybetmiştir, kaybetmeye devam etmektedir. Dünyanın en hukuksuz, en acınası, en sefil ve hakkını aramaktan aciz insan yığınlarının yaşadığı talihsiz bir coğrafyadır. Ne batıya teslim olabilmiş ne de meydan okuyabilecek gücü ve cesareti kalmıştır”.

Kurtoğlu’nun bu ifadelerini anlamak için “daha ilk başta kaybetmiştir” sözünü irdelemek lazım. Kimsenin okumaya, yüzleşmeye cesaret edemediği tarih kitapları, Hz. Muhammed’in vefatıyla başlayan Arap Milliyetçiliğinin çekişmeleri, ahlaksızlıkları ve akılsızlıklarıyla doludur. Tarihin entrika çöplüğünden çekilmiş birkaç darb-ı mesel ile dindar olmaya çalışan İslam dinine mensup toplumlar, sorunlarını çözememiş ve medeniyet inşa edememiştir. Geçmiş milletlerden haber vererek yeni bir medeniyet inşa etmek üzere gelen İslam, Arap Milliyetçiliği sayesinde “Arap Dini” olarak kalmıştır.

İslam’ı bir medeniyet olarak kabul edip, tablo olarak önünüze koymak isterseniz, ya Kabe’nin etrafını süsleyen revakları, ya Medine’nin minarelerini veya İstanbul’un çini süslemeli camilerini seçersiniz. Türklerin, Arapların ve Perslerin inşa ettiği birkaç mimari yapıdan başka İslam Medeniyetine ait eser göremezsiniz. Oysa medeniyet eseri, sadece mimari yapılardan ibaret değildir. Medeniyetin simgesi olan mimari yapıları, o medeniyeti yaşatan insanların yaşam tarzları, tutumları, davranışları, bakış açıları, kültürleri, bilim ve sanatta attığı adımlar ortaya çıkarır. Medeniyeti yaşatan, geliştiren ve sürdüren esas unsurlar bunlardır. İslam, hiçbir toplumun düşünce dünyasında veya kültüründe tam olarak bir hakimiyet kuramamıştır. Sadece İslam değil, hiçbir din gönül rahatlığıyla düşünceye yerleşen veya kültürde yer edinen kaideler getirmemiştir. İslam, birçok konuda tehdit dilini kullanmış, koşulsuz teslimiyet ve inanmayı şart koşmuş, teslimiyeti gerektirmiştir.

Dolaysıyla Hz. Peygamberin bizzat içinde olduğu dönem ve sonrası dâhil bir İslam Medeniyetinden söz etmek mümkün değildir. İslam bir Medeniyet haline gelmiş olsaydı, farklı milletler aynı ortak değerler etrafında kenetlenir ve o medeniyetin unsurları evrensel nitelik kazanırdı. Bundan söz etmek imkânsızdır. İslam Medeniyeti diye anladığımız çoğu unsur, bu dine inanan Arap, Türk veya Fars toplumunun eserlerinden başkası değildir. İslam, Arap Medeniyetine güç kazandırmıştır. Arap Medeniyeti’nin İslam’dan önce gelen birçok gelenek ve âdeti, İslam diniyle korunmuş, düzene konulmuştur. Ticari faaliyetleri için Arapların İslam’dan önce ilan ettikleri haram aylar, savaş ganimeti, cariye, köle hukuku aynı şekilde korunmuş veya düzenlenmiştir ki, bu kuralların çoğunun başka milletlerde karşılığı yoktur. Bugünkü Araplar bile cariye, köle ve ganimet hukukunu yaşatırken, Kur’an’da bunun yeri varken Türklerde veya İslam’ı kabul eden Avrupa Milletlerinde bunun karşılığı yoktur. Kur’an’daki miras hukukuna göre kadına 1, erkeğe 2 pay verilmesi emredilirken, Türklerde bunun karşılığı yoktur. Türk toplumu mirası paylaşırken, kadının da erkek gibi eşit pay almasını daha hakkaniyetli kabul eder ve ayetin hükmünü bir tarafa atar, ayeti reddeder. Aynı İslam’a inanan Kürtler ise kadına mirastan hiç pay vermezler. Her iki toplum da dindardır ama mesele miras paylaşımına gelince geleneklerinin emrettiğini uygulamaktan çekinmez ve bunu yaparken de günaha girdiklerine inanmazlar.

Peygamberimizin eşlerinden Safiye, Hayber Savaşı sonrasında esir alınan Yahudilerin ileri gelenlerinden bir ailenin kızıdır. Arapların savaş sonrası yenilen tarafın malına, kadın ve çocuklarına el koyma gibi bir cahiliye geleneği İslam döneminde de devam etmiştir. Bugün, savaşta yenilen tarafın kadınlarına, çocuklarına el koymanın kabul edilebilir bir tarafı yoktur. İnsanlık, İslam’ın verdiği bu izni de kabul etmeyerek hayatından çıkarıp bir tarafa atmıştır. Çünkü böyle bir ayetin, günümüz modern toplumlarında karşılığı kalmamıştır. Düşünün, bir ülke ile savaşıyorsunuz, onları yeniyorsunuz, gidip karılarını, kızlarını, çocuklarını alıp getirip kendinize mal ediniyorsunuz. İsterseniz alıp satıyorsunuz, insan ticareti yapıyorsunuz yani, isterseniz serbest bırakıyorsunuz! İslam’ın böyle bir cevazının artık yeryüzünde hükmü kalmamıştır. Bunu yapan bir millete diğer tüm milletler savaş açar. Suriye gibi olurlar, gelen vurur giden vurur.

Hz. Peygamber’in hayatında uyguladığı, “Başı siyah üzüm tanesi gibi bir adam da idareciniz olsa ona itaat edin” düsturu, Arap dünyasında karşılığını bulmamış. Araplar, İslam ile büyük devlet olduklarında, Arap olmayanları insan yerine bile koymamışlardır. Bugün tartışmasını yaptığımız İslam asla anlaşılamamıştır. İslam’ı kendi menfaatlerini koruyup kollamak için bir kalkan olarak kullanan kesim ile bunlara inanan yığınların yüzyılları safsatalarla geçmiş, arkalarından okunan Fatihalarla cennete uğurlandıklarına inandıkları bir hayat sürmüşlerdir.

Peki apaçık anlaşılabilen, Allah kelamı olduğuna şüphe olmayan bir kitap, Kur’an ortadayken ve İslam’ın tüm esasları açıkça belli iken İslam’a inanan toplumlarının yaşadığı bu acziyet neyin nesidir?

İlk emri oku olan, bir işi bitirince hemen öbürüne başla diyen, haksız yere kan dökme, hırsızlık yapma, yalan söyleme diyen bir dinin mensuplarının yaşadığı taş devri neyin nesidir!

Ezan okununca müziğin sesini kısan millet, hırsızlık yapmaktan çekinmiyor! Büyük miktarda hırsızlık yapıp, paçayı sıyırabilene herkes helal olsun diyor. Yere düşen ekmeği öpüp başına koyanlar, evlerinde israf ettikleri ekmeği çöpe atmaktan çekinmiyor. Fakir Müslümanlara kurbanını bağışlayanlar, bir metre toprak için öz kardeşini katlederken gözünü kırpmıyor. Camide biri çıkıp bir haftadır açım, çoluk çocuğuma ekmek alamıyorum dediğinde kimse ilgilenmiyor ve herkes “Allah yardım etsin” deyip, meseleyi her şeyin hâkimi olan ve kullarını koruyup kollayan Allah’a atıyor. Ne yazık ki Allah da bu işlerle ilgilenmiyor! İş yine dönüp dolaşıp, birkaç insanın insafına kalıyor.

İnsanlar, inandıkları İslam dini adına kitleler halinde bir meczubun peşinde sürüklenebiliyor! Bu meczuplar, devasa katliamlar yapabiliyor!

Gerçekten büyük bir dehşet bu İslam dünyasının durumu.

Bizzat içinde olduğumuz için bildiğimiz Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde yaşayan Müslümanların ekseriyetinin sorunu bu.

Kalbi sıkışanı kardiyolojiye, başı ağrıyanı nörolojiye sevk ediyoruz ama aklı karışanı sevk edebileceğimiz bir teoloji polikliniği Türkiye’de yok. İslam âleminde de yok. Şehrimizde kardiyolog yok, birkaç tane gönderin diye talepte bulunan millet, şehrimizde teolog yok, hiç olmazsa bir tane gönderin dememiş. Bu görevi başkalarına bırakmış.

Teoloji, Tanrı bilimidir. Tanrı inancını ve din kurallarını sistematik olarak ele alır ve inceler, akıl yürütme yoluyla bazı kanaatlere varır. Dinin doğru anlaşılmasına, toplumun dindarlıkla birlikte gelişmesine yol açar. Teologlar, ilahiyat fakültelerinde yetişiyor ve Türkiye’de olduğu gibi diğer İslam ülkelerinde de teolog yetişmesine izin verilmiyor. Üniversitelerde kendi imkânlarıyla yetişen teologların konuşmalarına ise dini kendilerinin malı sanarak bu konuda otorite kurup, hatta silahlı adamlar yetiştirenler engel oluyor. Çünkü bu kesim, Allah’ı sahiplenmiş! Kendi kafalarında oluşturdukları ilahlarının etrafını kuşatarak, kimsenin ona yaklaşmasını istemiyor. Teologları da zındık olarak görüyorlar. Türkiye’de yetişen teologlar da bu taifenin tehdit ve baskılarıyla karşı karşıyalar.

Var olmasına rağmen anlaşılmayan ve üzerinden hüküm çıkarılamayan Kur’an’ın, zamanın şartlarına göre kurallar getirerek toplum düzenini koruduğu gerçeği gizleniyor. 1400 yıl önceki toplum düzenini sağlamaya yönelik getirilen kuralların aynısının bugün de geçerli olduğuna inanıldığından, İslam dini mensuplarına dünya saadeti getirmiyor.

Düşünelim mi biraz?

Önce, “İçki içen namaza yaklaşmasın” diyen Kur’an, sonra içkiyi neden kökten yasaklamıştır?

Kur’an hükümleri kesin ve değişmez ise 14 asırdır faiz meselesini ne diye tartışıp duruyoruz?

Ya tamamen kabul edelim veya reddedelim olmaz mı?

İster beğenelim, ister beğenmeyelim, ister kabul edelim ister etmeyelim bugün Türkiye, İslam âleminin fiilen lider ülkesi konumuna gelmiştir ve tüm İslam ülkeleri gözlerini, kulaklarını Türkiye’ye çevirmiştir. Ancak Türkiye’nin öyle din liderliği yapma gibi bir planının olduğu söylenemez. Kaldı ki halkı Müslüman olan diğer ülkelerinin de İslamı yüceltmek gibi bir dertleri yoktur.

Türkiye’nin yapmaya çalıştığı, toplumun ihtiyaç ve beklentilerine göre bir din oluşturmaktır. Tegologların konuşmasına müsaade edilmediği Türkiye’de, toplumun talep, ihtiyaç ve beklentileri dikkate alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı bir fetva vermiş, TOKİ’den konut almanın caiz olduğunu duyurmuştur. Bu, resmen ve alenen Kur’an’ın doğru anlaşılması yolunda atılmış en büyük bir adımdır ki, “Açlıktan ölmeyecek kadar domuz eti yemekte sakınca yoktur” diye fetva verilen bir dinin resmi otoritesi, “Ömür boyunca ev sahibine kira ödeyeceğine, on, onbeş sene faizli para ödeyip ev sahibi olman daha evladır” diyerek toplumun inanç dünyasında büyük bir devrim yapmıştır. Kur’an’a ve sünnete rağmen haram olan faiz hükmü tamamen nehyedilmese bile “içkiliyken namaza yaklaşmayın” esnekliğine çekilmiştir.

Toplumsal talepler ve tutumlar değiştikçe, din anlayışı da toplumun ihtiyaçlarına göre değişikliğe uğramıştır ve bu değişim sürmeye devam edecektir. Dinin temel prensibi, toplumu ifsad eden fiillerden uzak durmak, toplumsal kural ve kaideleri bozmadan değerleri koruyarak insanlığı refaha ulaştırmak suretiyle ölümden sonraki hayatta ebedi saadeti elde etmekten başkası değildir.

Düşünsenize, sahabenin biri Peygamberimize gelip deseydi ki ömür boyu kira vererek çoluk çocuğuma bir ev bırakmadan ölsem mi daha iyi yoksa kira bedeli kadar ödeme yaparak ev alsam mı daha iyidir. Devesinin çöktüğü yer ev yapma hürriyeti olan insanlar için böyle bir durum söz konusu olmadığı için bu konuda Peygamber konuşmadı, ayet de inmedi. Çünkü bugünkü uluslararası para piyasaları ve ekonomi sistemi o zaman henüz yoktu.

Yine düşünün, sahabenin biri gelip Peygamberimize “Ben, yeşil ışık yanmış diye yoldan geçerken bu adam kırmızı ışığı ihlal ederek gelip arabama çarptı. Bu kadar zarar ettim” deseydi, Peygamberimiz kırmızı ışıkta geçmeyi yasaklamaz mıydı? Kırmızı ışık ihlalleri devam etseydi ve bundan millet büyük zarar görseydi, “Kırmızı ışıkta durmak her Müslüman için farzdır. Kırmızı ışıkta durmayanlar için ahrette büyük azap vardır” şeklinde ayet inmez miydi? Kadınların ay haline kadar teferruatıyla anlatan bir kitap, bugünkü gibi dünya çapında bir trafik sorununa da mutlaka bir düzenleme getirirdi diye düşünüyorum.

İnananları tek millet kabul ederek bir medeniyet inşa etme iddiasında olan İslam, bunu başaramamıştır. Asr-ı saadet ile kurulmaya çalışılan İslam Medeniyeti, katliamlar ve savaşlarla geçen dört halife dönemi, Emeviler, Abbasiler ve Osmanlı’dan sonra dünya medeniyetleri arasında kaybolmuş, günümüzde en kötü günlerini yaşamakta ve yok olma tehdidi altında, inanç dünyasında nostaljik varlığını sürdürmektedir.

Bu medeniyetin çocukları, Abbasi Hanedanı Mutezid’in sarayına alarak koruyup kolladığı Harranlı Sabit Bin Kurra’dan habersizler. Miladi 821’de Harran’da doğan Sabit Bin Kurra; Arapça, Yunanca, Süryanice, Rumca biliyor. Astronomi, matematik, geometri, tıp, felsefe, mantık, eczacılık, coğrafya gibi ilimlerde uzman. Batılı bilim adamlarının eserlerinden tercüme ettiği ve geliştirdiği 150’den fazla eser bırakmış ki, bugün batı bilimi onun eserlerinden faydalanarak aynı bilimleri geliştirmeye devam ediyor.

Harran’da bugün turistlerin ziyaret ettiği rasathane kulesinde yaptığı hesaplarla dünyanın çapını ve iki meridyen arasındaki uzaklığı doğru olarak hesaplayan ilk bilgin de Sabit Bin Kurra! Üstelik, dünyanın yarıçapını ölçmesi için Abbasi Halifesi Me’mun onu görevlendiriyor.

Dünyanın ilk üniversitesi olarak kabul edilen Harran Beytülhikmesi’nde yetişen, İslam hakimiyetinin en önemli bilim adamları arasında gösterdiğimiz Sabit Bin Kurra, İslam Halifesi ile yakın dost olup, sık sık sohbetlerde bulunuyor, din hakkında tartışmalara giriyor. Ancak İslam’ı kabul etmiyor! Harran’ın çok tanrılı paganizmini savunuyor ve bu inançla ölüyor.

O dönem, bilimle uğraşanların tamamına yakını Hristiyan ve Yahudilerden oluşuyor ve Pagan olan Sabit Bin Kurra da İslam Devleti tarafından korunup kollanıyor, bilimsel çalışmaları desteklenirken, din önüne bir engel olarak çıkmıyor.

Bugün Harran’daki kazılarda ortaya çıkmaya devam eden medeniyet izleri, bizleri hayretlere düşürüyor. O günün İslam anlayışı ile gelişen Harran’da bugün ortaya çıkan iki tane modern hamamda sıcak ve soğuk su boruları döşenmiş, musluklar takılmış. Yirmi yıl öncesine kadar hatta günümüzde bile kırsalında tuvalet olmayan Harran’ın antik alanında umumi tuvaletler var, parfüm satan dükkânlar, metal işleriyle uğraşan iş yerleri var.

Harran’da ortaya çıkan medeniyete ait mimari eserler ve bugün İslam toplumunun varlığından habersiz olduğu bilim adamlarının fikirleri, nostalji olarak övündüğümüz İslam Medeniyeti değil, İslam’la desteklenmiş, Roma-Bizans Medeniyetinden etkilenmiş, kültürel değişimin kapılarını aralamaya başlamış olan Arap Medeniyetidir. İslam adına yürüyen Arap Medeniyeti, kendisi gibi düşünmeyen insanlarla barışık olabildiği sürece gelişmiş, kendi toplumunu refaha ulaştırmış, tüm insanlığı değiştiren sözler söyleyebilmiştir.

Dinler, medeniyet inşa etmemişlerdir. İnsanlığın tarih sürecinde oluşturdukları medeniyetleri ya destekleyerek geliştirmiş veya ortadan kaldırmışlardır.

İslam dinine sahip çıkan Araplar Doğu Roma Medeniyetini, Türkler Bizans Medeniyetini, Avrupalılar Ortadoğu Arap Medeniyetleri ile Mısır Medeniyetini yok etmişler ve medeniyetlerin savaş süreci devam etmektedir.

Medeniyetler, ancak güçlü toplumsal birlikteliklerle kurulmuş devlet otoriteleri ile varlıklarını sürdürürler. Çin Medeniyeti, Hint Medeniyeti, Fars Medeniyeti, Arap Medeniyeti ve Avrupa Medeniyeti az veya çok dinden etkilenmişlerdir ama bu medeniyetlerin varlıklarını sürdürmelerindeki esas unsurun din olduğunu söylemek yanlış olur. Din, ancak bu toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri açısından moral motivasyon sağlayan psikososyal bir olgudur.

Toplumların inşa ettikleri medeniyetleri anlamaya çalışırken, bu medeniyetleri din çerçevesi içine alarak değerlendirmek, gelişme veya gerilemelerini dine bağlamak, hatta dini suçlamak hata olur. Kaldı ki İslam dininin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber vasıtasıyla haber verdiği geçmiş medeniyetlerin haberleri, bugün her zamankinden daha fazla dikkatimizi çekmektedir. Arkeolojik veriler, Nuh Tufanı’ndan sonra birçok medeniyetin tarih sahnesinden silindiğini, bunun da yaklaşık 4500 veya 6000 yıl önce gerçekleştiğini ispatlarken, İslam âleminin gelişmemesinin nedeni olarak İslam gösterilemez. Hatta, medeniyetten bahsederken dinden bahsedilmesi bir bakıma yanlıştır.

Allah’ın çevresini kuşatıp kimseyi ona yaklaştırmayan, Kur’an’ın hükümlerini kendi menfaatine göre şekillendirerek sunan ve bunun dışına çıkanı zındıklıkla suçlayıp, yaptırımlar uygulayabilen otoritelerin gücü zayıfladıkça, bireyler zihnen özgürleştikçe medeniyet gelişecektir. Avrupa Medeniyetinin gelişmesinin temel faktörü, dini kiliseye hapsetmesiyle olmuştur. Hristiyanlıktan önce bilim ve demokrasi mücadelesi veren Avrupalı düşünürler en büyük cezayı Tanrı adına kendini vekil gören papazlardan, yani kiliseden gördüğü gibi, yaşadığımız coğrafyada da okuyan, akıllarını çalıştıran ve düşünenler, kendilerini Allah’ın vekilleri, dinin sahipleri olarak görenlerin baskı, tehdit ve zorbalıklarıyla karşı karşıya kalmıştır.

Oysa o sahiplendikleri ve yanına kimseyi yaklaştırmak istemedikleri Allah, herkese şah damarından daha yakındır, kimin ne niyette olduğunu en iyi bilendir.

Yazıma sebep olan Kurtoğlu’nun bahsettiği dünyanın İslam dünyası değil, İslam’a inananların dünyası olduğunu düzelterek noktalamak istiyorum. İslam’a inananlar milyonlarca kardeşini kendi eliyle katletti ve toprağa gömdü. Müslümanlar, birbiriyle savaştığı kadar düşmanlarıyla savaşmadı. Din otoriteleri, değil büyük savaşları, aileler arasındaki basit kan davalarını bile sona erdirmekten aciz kaldı. Aksine din adına kan dökülmesine sebep oldu, basit davaların ortadan kaldırılmasına sessiz kalarak fitneye sebep oldu.

Medeniyet ihdasındaki bir millet, yoluna çıkan engeller ne olursa olsun, hangi sıkıntıları yaşarsa yaşasın aşmasını başaracaktır. Ziya Gökalp, Türk Milletinin iki kere medeniyet dairesini değiştirdiğini, bunun ilkinin Uzakdoğu Medeniyet Dairesi, ikincisinin ise İslam’ı kabul ederek girdiği Doğu Medeniyet Dairesi olduğunu ve 19’uncu asırdan sonra ise Batı Medeniyet Dairesi’ne girmek için çabaladığını ifade etmektedir. Türk Milleti’nin medeniyet tasavvuru İslam’la güç kazandığı gibi, İslam’ı kuşatarak Allah adına kendisi konuşanlar sayesinde ağır darbe almıştır. Yerleşik hayata 10’uncu yüzyıl itibariyle geçmeye başlayan Türk Milleti’nin medeniyet inşasını tamamladığından bahsedilemez. Aynı şekilde 9’uncu yüzyıldan itibaren devlet olarak tarih sahnesine çıkan Rus Milleti de henüz medeniyet inşası halindedir. Ruslar da Türkler ve İngilizler gibi İmparatorluk statüsünde devletler kurmuş olsalar da sürekliliği sağlayamamışlardır.

Medeniyet; milletin maddi ve manevi varlıklarını koruyabilen, özgür düşünce, sanat, bilim, kültür ve teknolojide çağın ilerisinde gitmek, farklı milletler tarafından benimsenmiş olmakla inşa edilmiş olur. Türkler, bir asırdır zorladıkları Batı Medeniyeti Dairesine (Avrupa Birliği) büyük ihtimalle giremeyecekler, ancak inşa etmek istedikleri medeniyet de öyle kolay olmayacak. Çünkü millet maddi değerlerini koruyamamakta, İslam Dini ile tam olarak anlaşamayarak manevi huzursuzluk yaşamakta, özgür düşünce, sanat, bilim, kültür ve teknolojide yarıştığı çağdaşlarına kıyasla sınıfta kalmaktadır.

Devlet, din bezirganlarının oyuncağı haline gelmekte, zaman zaman sert savrulmalar yaşamaktadır. Büyük devlet olma iddiasıyla yukarıda saydığımız her alanda önemli adımlar atan Türk Devleti, dinde reform yapmak istemekte ancak bunu başarabilecek söylemlere sahip çıkacak politikacı yetiştirememektedir.

Türk Devleti medeniyet inşa edecek siyasi – politik yeteneğe sahip olmasa da, Türkler’de devletin sahibi olan millet, bu adımların atılmasını hızlandıracaktır. Devletin müdahale etmekten çekindiği dini konularda millet bildiğini okuyacak, faiz ve miras paylaşımı örneğindeki gibi dinin zorlayıcı hükümleri bir tarafa bırakılarak, toplumsal hafızasına, kültürüne ve milli benliğine uygun şekilde din anlayışını geliştirerek İslam’a sahip çıkacaktır.

Bu millet, düne kadar İslam’a sarılarak demokrasiye lanet okurken, 15 Temmuz’da minarelerden sela okutarak demokrasiye sahip çıkarak İslamcıları da demokratları da şaşkına çevirmiştir.

Adı üstünde, Çılgın Türkler..

Ne diyelim..

Yusufların kuyudan kurtulması için daha atılması gereken çok taş var.